Bilim dünyasında, insanlığın önce avcı-toplayıcı olduğu, sonra tarım toplumunun, daha sonra sanayi toplumunun oluştuğu konusunda genel bir kabul var. Hayvancılık, tarım toplumunun ön veya alt formu olarak düşünülüyor. Aynı şekilde insan toplulukları göçebe ve yerleşik olarak tasnif edilip, göçebelik ilkel olarak kabul ediliyor. Yerleşik olmak, medeni olmanın ön şartı olarak görülüyor. Her iki değerlendirmede eksik ve yanlıştır. Yanlışın temel sebebi, göçebeliğin tek tip hayat tarzı olarak kabul edilmesidir.
Göçebelerin hepsinin aynı olduğunu varsaymak, bilim insanlarını yanlışa götürüyor. Bilim adamları, Batıdaki ve Orta Doğudaki göçebe toplulukları incelemişler, değerlendirmişler, sadece o coğrafyalar için geçerli olan tespitlerini genellemişler. Oysa tespitleri, bozkır söz konusu olduğunda geçerli değil. Nasıl ki Anadolu, Mısır, Mezopotamya ve İndus vadisi gibi coğrafyalarda orijinal medeniyetler meydana getiren yerleşik toplumlarla, Kara Afrika’sında ve Amazon ormanlarındaki yerleşik halklar birbirlerinden tamamen farklılar, bozkır göçebeleri olan Türklerle, Orta Doğu ve Batı’daki göçebelerde birbirlerinden tamamen farklılar.
İnsan toplulukları benzer tarihlerde, M.Ö. 4000’lerde avcı-toplayıcılıktan tarım toplumuna ya da hayvancılığa geçiş yaptılar. Tarıma ilk geçen halklar, Anadolu, Mezopotamya ve Nil vadisinde yaşıyordu. Yabani bitkileri toplayıp yiyen bu insanlar, yabani bitkilerin tohumlarını ekmeye başladılar. Bu faaliyetin sonucu olarak ta, ekim yaptıkları alanların etrafında yerleşik hayata geçtiler. Bu insanlar tarımın yapmalarının yanında, protein ihtiyacını karşılamak amacıyla koyun, keçi, inek ve tavuk gibi hayvanları da yetiştirdiler.
Aynı çağlarda, Türkler bir orman hayvanı olan geyiği evcilleştirerek, ormanları terk etmiş ve hayvan yetiştirmenin daha kolay olduğu bozkırda yaşamaya başlamışlardı. Sonra geyikten daha verimli olan koyuna yöneldiler. Nihayet atı evcilleştirerek, koyunun yanında at yetiştirmeye başladılar. Devamlı hareket halinde olan Türk boyları, gittikleri yörelerin şartlarına göre sığır, deve yahut keçi gibi farklı hayvanlara yöneldiler.
Bazı Türk toplulukları, erken çağlarda tarıma yönelerek yerleşik hayata geçti. Ruslar tarafından Aşkabat yakınlarında ki Anau da yapılan kazıların sonuçları dikkat çekicidir. Burada yaşayan Türkler, M.Ö. 4000’lerde yerleşik hayata geçmiş, güneşte kurutulmuş tuğlalardan dört köşeli evler inşa etmiş, arpa ve buğday gibi tahıllar yetiştirmişler. Kazılarda at, deve, sığır ve koyun kemikleri de çıkarıldığından, yerleşik hayata geçerek tarım yapan Anau halkının, aynı zamanda hayvan yetiştirmeye devam ettiği de tespit edilmiş. Bu tarihlerde Anadolu, İndus vadisi, Mezopotamya ve Nil vadisi dışında hiçbir yerde tarım yapılmaya başlanmamıştı. Yani bazı Türk boyları, diğer toplumlardan asırlarca önce tarım yapmaya başlayarak, yerleşik hayata geçti.
Pekiyi, niçin Türklerin ekseriyeti hayvancılığa yönelirken, diğer topluluklar tarıma yöneldi? Çünkü Türklerin yaşadığı coğrafya, geniş çayırlarda kendinden biten otlar olduğundan, hayvancılığa müsaitti. Diğer toplulukların yaşadığı coğrafyalar, geniş otlaklar ve çayırlar olmadığından tarıma uygundu. Nitekim Türkler, sürülerinin nüfusları arttıkça ve toprakları sürüleri doyurmakta yetersiz kaldıkça, komşu coğrafyalara yönelerek, oradaki yerleşik halklarla mücadeleye giriştiler. Atı çok iyi kullandıklarından ve silah teknolojisinde ilerlemiş olduklarından, genelde galip geldiler. Kavimler göçünün en önemli sebebi budur.
Yani vahşi ve geri olan Türkler hayvancılığa, medeni olan halklar tarıma yönelmedi. Ayrıca o vakitlerde tarım yapılan arazilerde, tarihin hiçbir döneminde büyük hacimde hayvancılık yapılmadı. İlk Türklerin hayvancılık yaptığı coğrafyada ise, bugün dahi Türkler ve Moğollar hayvancılığa devam ediyor. Sonraki yüzyıllarda yoğun hayvancılık yapılan Avusturalya, ABD, Arjantin ve Kanada gibi memleketler, Türklerin tarihi anavatanlarıyla benzer özelliklere sahiptir.
Türk tarihine bakıldığında, Türklerin, fetih ettikleri coğrafyalarda hayvancılığı devam ettirmeye çalıştıkları, ama bunu eski hacimde devam ettirmenin imkansız olduğunu gördükleri anda tarıma ve ticarete yöneldikleri görülecektir. Orta Asya, Horasan, İran ve Anadolu Türk medeniyetleri, bu sürecin sonucunda doğdu. Nasıl ki Hunlar, Sakalar, Avarlar, Göktürkler ve Türk-Moğollar, insanoğlunun gördüğü en güçlü göçebe imparatorluklarıysa Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Timurlular ve Osmanlılar en muhteşem yerleşik imparatorluklardır.
Tarihin ilk dönemlerinde kullanmaya başladıkları, bugünkü kaşe, mühür ve damganın ilk hali olan TAMGA, Türklerin ne kadar ileri ve kompleks bir medeniyet kurduklarının en güzel örneğidir. Devletin tek tamgası olur bu tamga sınır boylarına dikilirdi. Devlete bağlı olan her boyun ayrı tamgası vardı. Boyun tamgası o boya tahsis edilen coğrafyanın sınırlarına ve otlaklara koyulur, o boya ait tüm hayvanlara vurulurdu. Her boy kendi bölgesini ve diğer boyların bölgelerini bilirdi. Her hayvanın kime ait olduğu belliydi. Bu yapılanma ve tamga kullanımı, en alt birimlere yani obalara ve ailelere kadar, aynı şekilde inerdi. Bering Boğazından Baltıklara kadar olan milyonlarca kilometre kare genişliğindeki Türk vatanı, bu şekilde organize edilmişti. Her karış toprağın ve her hayvanın sahibi yani sorumlusu belliydi.
M.Ö. 127 yılındaki Çin kaynakları, Asya Hunlarının nüfusunu 1,5 milyon olarak verir. Aynı kaynaklarda Hunların büyükbaş sürülerinin 30-40 milyon ve at sürülerinin 4 milyon dolayında olduğu belirtilir. Ortadoğu’da yağmacılıkla geçinen, çadırları etrafında üç-beş hayvan besleyen göçerlerle, (Arap olanlar için bedevi tabiri kullanılıyor.) madencilikle uğraşan, en ileri teknolojileri kullanan, on milyonlarca hayvanı, milyonlarca kilometre kare arazide yetiştiren, at, silah, halı, kaşmir, keçe, bakır ve demir ürünleri ile hayvansal mamuller ihraç eden, yüzbinlerce atlı ordular oluşturan Türkleri, benzer kabul etmek, tek başlık altında sınıflandırmak makul değildir.