Kaç yıl geçtiğini unuttum ama yıllar önce hutbe ve vaazlarda din görevlilerinin özellikle genel kültür konularında yaptıkları yanlışlar ya da kırdıkları potlarla ilgili bir yazı kaleme alıp Size Edebiyat Dergisi’nde yayınlamış, ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı’na da bir dilekçe halinde göndermiştim. Geçen bunca zaman içinde değişen bir şey olmadığını görüp durumun daha da kötüye gittiği kanaatine vardığım için güncelleyerek tekrar yazıyorum.
Din görevlilerimiz şair olarak daha çok Mehmet Akif Ersoy ve Necip Fazıl Kısakürek’i bildikleri için mesela Yahya Kemal Beyatlı ve Arif Nihat Asya’dan da okusalar genellikle Ersoy ya da Kısakürek’e atfedip geçiyorlar. Keçiören’deki bir cami imamı, Malazgirt ve Dumlupınar zaferlerinin yıldönümlerine rastlayan Cuma hutbesinde, “Mehmet Akif’in çok güzel dile getirdiği gibi” diyerek şu mısraları okumuştu:
“Şu kopan fırtına Türk Ordusu’dur Ya Rabbi/Senin uğrunda ölen ordu budur Ya Rabbi/Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın/Gaalib et, çünkü bu son ordusudur İslam’ın”
Oysa bu şiir Yahya Kemal Beyatlı’ya aitti. Hutbe dinleme adabına aykırı olduğu için sesimi çıkarmamıştım. Yine o yıllarda Kocatepe Camii’nde devrin Ankara Müftüsü’nün vaazı vardı. Sözün bir yerinde, “Ziya Paşa Avrupa’da Büyükelçi iken” deyince bir an düşünüp hafızamı yokladım. Hayır! Ziya Paşa’nın diplomatlığı yoktu. Müftü Bey sözlerine devam edince uyandım: “Avrupalı diplomatlar Türkiye’nin nüfusunu sorunca, ‘Yüz milyon’ demiş. Onlar hayretler içinde, ‘O kadar var mı ki’ diye sorunca da, ‘Biz ölülerimizle birlikte yaşarız!’ cevabını vermiş!” Bilindiği üzere bu Büyükelçi de Yahya Kemal Beyatlı idi. Namazdan sonra Müftü Bey’e, “Hocam, o diplomat Ziya Paşa değil Yahya Kemal olacaktı” deyince bir el sallayışı vardı ki unutamıyorum. O hareket bana, çok itibar ettiğim bir ilahiyatçının, cami cemaatinin ilgisizliği ve cehaletini vurgulamak için, “Kürsüde konuşurken cemaate, ‘Allah sizi kahretsin’ desek ona bile ‘Âmin’ der” deyişini hatırlatmıştı. Günümüzde, bir sarık sarıp bir cübbe giyen bazı cahil ve hurafecilerin peşlerine takılan yüz binleri, milyonları görünce de hocaya hak vermemek elde değil.
Yine bir Cuma Namazı öncesi bu defa Ulus’taki camilerden birinde idim ve zamanın Altındağ Müftüsü’nün Hacı Bayram Camii küsüsünden yaptığı vaaz dinleniyordu. Çanakkale Zaferi’nin yıldönümü olsa gerek ki konu onun etrafında dönüyor ama Müftü Efendi İngiliz ya da Fransızlar yerine “ Ruslar” diyordu. “Ruslar Çanakkale’ye geldiği zaman” diye başlayan benzeri cümleler… Bir an “sürç-ü lisan” olabilir mi diye düşünmüştüm ama hoca hep Çanakkale’ye gelmemiş olan Ruslardan bahsediyordu. Anlaşılıyordu ki, “düşman” yerine “Rus” diyordu!
Günümüzde de benzer örneklere şahit oluyoruz. Birkaç yıl önce, yine Ankara’da bir camide vaaz yetkisi verilen ve vaazlarını kendi yazdığı şiirimsi cümlelerle renklendirmeye çalışan emekli imam, “birlik beraberlik, birlikten kuvvet doğar” konularını işlerken şöyle bir örnek verdi: “Selçuk Bey ölüm döşeğinde iken evlatlarını toplamış ve ağaç çubuklar getirmelerini istemiş. Önce tek çubuğu eline almış ve kolayca büküp kırıvermiş. Sonra iki, üç derken çubuk sayısı arttıkça bükülüp kırılmaları zorlaşmış ve artık kırılmaz olunca çocuklarına dönüp, ‘İşte böyle, birlik olursanız kimse sizinle baş edemez’ demiş.” İşin özü doğru ama malum olduğu üzere olayın kahramanı Selçuk Bey değil de Mete Han olacak. Göktürklerin Bilge Veziri Tonyukuk’un da benzer bir öğüdü var.
Aynı İmam Efendi, daha sonraki vaazlarından birinde bu defa sözü Maraş’ın işgaline karşı halkı ayaklandıran Sütçü İmam’a getirdi ama olayın nerede geçtiğini bir türlü hatırlayamayıp “Antep taraflarında” diyerek geçiştiriverdi.
Haber Erk’teki ilk yazımda da, bir sürü yalan yanlış ifadeden sonra “Demokrasi küfürdür” diye nokta koyan bir imamdan bahsetmiştim. Aynı imamın bir başka vukuatını da bir dost ziyareti için gittiğim Çankırı’nın bir köyünde tesadüfen öğrendim. Ankara – Şabanözü güzergahında kestirme bir yol üzerinde bulunduğu için o camide imam efendinin bir sohbetine rastlayan kişi, imamın “Kız çocuklarınızı okula göndermeyin” demesi üzerine bir tartışma çıktığını ve cemaatten bazılarının, “Hoca, öyle diyorsunuz ama hanımınız hastalandığında ya da doğum yapacağında kadın doktor istiyorsunuz; o zaman ne olacak” diye sorduklarını söyledi.
Gülsem mi ağlasam mı, yazsam mı yazmasam mı diye düşünüp son anda yazmaya karar verdiğim bir konu daha var… İmamların bulunduğu bir ortamda vatandaşın biri “Peygamber Efendimiz hangi mezheptendi” diye sorunca muhatapları birbirlerine baktıktan sonra kararlarını verip söylemişler: “Hanefi olması lazım!” Aktaran arkadaşa “Doğru mu” diye sordum, “Kesinlikle doğru” olduğunu söyledi.
“Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” kavlince gönlümün sesine uyup bunları yazdım. İnşaallah tesiri de olur diye umut ediyorum.
Kısacası toplumu aydınlatması beklenen din görevlileri istisnalar dışında işte bu durumdalar. Bu ve benzeri konularda zaman zaman Diyanet’e yaptığım başvurulara, “Gereği yapılmaktadır, Hizmet içi eğitim verilmektedir” diye klasik cevaplar aldım. Ancak, belli kültür seviyesinde olmayanlara ve yetersizlikleri her hallerinden belli olan bazı mahalle imamlarına bile vaaz yetkisi verilmesini hala anlayabilmiş değilim. Bu yazıyı yazarken sosyal medyaya düşen bir paylaşım sanki tam yerine rast geldi; yazımı o paylaşımla noktalıyorum.
“Bu Kur’an, yanık yanık okuyasınız diye değil, derin derin düşünesiniz diye geldi!”