“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” Bu, Kur’an-ı Kerim’de geçen bir ayet. (Hud Suresi, ayet 112) Emredilen Peygamber. Yani lider, önder. O halde o büyük emir öncelikle hemen bütün devlet adamlarını, insanları yöneten ve yönlendiren herkesi, bütün siyasileri, mevki ve makam sahiplerini ilgilendirir. Ancak fertler olarak bizler de bir kenara çekilerek ya da aklımızı kiraya vererek sorumluluktan kurtulamayız. İşlerimizde, hal ve hareketlerimizde, yazılarımızda ve sözlerimizde dosdoğru olmak zorundayız.
Sorumluluk, zincirleme olarak elbette derecelendirilebilir. Bir şahsın sorumsuzluğu, israfa ve şatafata düşkünlüğü yalnızca kendisine, ailesine ve biraz daha genişletecek olursak onlarla birlikte yakın çevresine zarar verir. Mevki ve makam sahipleri ile siyasilerin sorumsuzluğu ya da yanlışlarının ise daha geniş kitleleri etkilemesi; devleti, milleti zor durumda bırakması kaçınılmazdır. İşte en son Ermenistan – Azerbaycan savaşında yaşanan ibretlik durum…
Ermenistan, 28 – 30 yıl önce Azerbaycan’ın o yıllardaki durumundan faydalanıp Rusya ile Fransa gibi baş destekçilerinin göz yummaları ve yardımlarıyla Azerbaycan topraklarının bir bölümünü işgal etmişti. Zaman içinde Azerbaycan güçlendi ama şımarık Ermenistan uslanmadı. Tacizlerine devam ederken başına iş aldı ve işgal ettiği toprakların önemli bir bölümünden çekilmek zorunda kaldı. Rusya duruma el koymasaydı daha neler olacaktı kim bilir! Zaten şu durumda bile Ermenistan ordusu nerede ise yok olmakla karşı karşıya kaldı. Kısacası, Ermenistan Başbakanı Paşinyan kaş yapayım derken göz çıkarınca Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev de haklı olarak “Ne oldu Paşinyan, ne oldu Paşinyan” diye sorup dalgasını geçiyor! Allah hiç kimseyi ve hele de bizleri o duruma düşürmesin.
Özellikle sorumluluk mevkiinde olanlar adımlarını dikkatle atmalı, ölçüp tartmadan ileri geri konuşmamalı, devlet sırrı taşıyan bilgiler dışında şeffaf olmalı, danışıp görüşmeden başına buyruk hareket etmemelidirler.
Türkiye’de hemen her alandaki şeffaflık/doğru bilgilendirme yıllardan beri tartışılan bir konu idi. Bir yıla yaklaşan salgın döneminde bu durum nerede ise ayyuka çıktı. Salgını Türkiye’nin başına bela eden elbette mevcut yönetim değil. Çünkü bütün dünyayı sarmış durumda. Ancak yönetimden beklenen şeffaf olması, yaşanan ve yaşanacak tehlikeleri bütün açıklığı ile ortaya koyması idi. Ne yazık ki bu yapılmadı. Her şeyden önce, virüs salgını Çin’den başlayarak dalga dalga yayılıp gelmesine rağmen en basitinden maske meselesinde öylesine bir telaş içine girildi ki, o acemilikleri hatırladıkça acı acı gülüyorum.
Haliyle herkes, salgının başlangıcından ve özellikle Türkiye’de vakaların görülmesinden itibaren televizyon kanallarında konuşan uzmanlara kulak vermeye, yapılan yorumları dinlemeye başladı. Onların dışında da tanıdık doktorlardan, hastanelerde çalışan sağlık personelinden sorulup soruşturuluyordu. Sağlık Bakanı hemen her akşam attığı teweetler ya da düzenlediği basın toplantıları ile bilgiler verip rakamlar açıklıyordu ve onlara da inanıyorduk. Çünkü doğru olan, kişinin kendi devletine güvenmesi, devlet adamlarının da o güveni vermeleridir.
Ancak ne var ki geçen zaman içinde kamuoyunda, Sağlık Bakanı’nın açıklamalarının daha çok salgınla mücadelede ne kadar başarılı olunduğunun vurgulanması üzerine kurgulandığına dair bir anlayış hâkim olmaya başladı. Çünkü açıklanan sayılar çevremizde şahit olduklarımızla, etrafta söylenenlerle ve bazı uzman kişilerin açıklamaları ile uyuşmuyordu. Televizyonlarda İspanya, İngiltere, İtalya, Fransa, Almanya, Rusya ve Amerika gibi ülkelerdeki vaka sayıları 40, 50, yüz binlerle açıklanırken Türkiye’deki rakamların beş yüz, altı yüz derken 1500’lere çıkması da diğer ülkelere bakarak teselli gibi geliyor, bu “teselli” ise herkes şahittir ki gevşemelere sebep oluyordu.
Nihayet bizde vaka sayılarının değil, yalnızca hastanelere yatırılanların açıklandığı anlaşılıp içeride ve dışarıda tenkit edilmeye, hatta ve hatta alay konusu olmaya başladıktan sonra vaka sayısı da açıklanınca rakamlar birden 30 binlere çıkıverdi. Böyle olunca da, “Vaka sayısı açıklanan rakamların en az on katı” diyenler haklı çıkmış oldular. Zaten, diğer devletler toplam vaka sayılarını açıklarlarken bizde “Hasta başka vaka başka” ya da “Her vaka hasta değildir” anlamına gelebilecek bir ayırım yapılıyor olması, bir başka deyişle de vakayı vaka saymama anlayışı doğru değildi. Keza, ölüm oranları da buna bağlı olarak artmış görünüyor ama o konuda da şeffaflık olmadığı, virüsten hayatını kaybedenlerin önemli bir bölümünün “Bulaşıcı hastalık” kaydı ile bildirilip gerçeklerin gizlendiği söyleniyor. İşte bu da gevşeme sebeplerinden biridir. Sağlık işlerinin şakası olmaz. Gerçeklerin gizlenmesi gevşeme ve aldırmazlığı da beraberinde getirir. Nitekim bunu yaşayarak gördük, görmeye de devam ediyoruz.
Devlet kurumları yalnızca bu konuda değil, hemen her durumda vatandaşla arasına bariyerler koymaya devam ediyor. 30 Kasım günü Sağlık Bakanlığı’nın önünde bir kargaşa vardı. Bir kas hastalığı olan SMA’lı çocukların aileleri dertlerine bir çare bulmak, çektikleri sıkıntıları anlatabilmek için Bakanlık önüne gelmişlerdi. Bu hastalık öyle bir illet ki yurdumuzda hem yeterli ilacı bulunamıyor hem de pahalı mı pahalı ve ne yazık ki devlet bu işe şimdiye kadar yeterince el atmamış. Bundan sonra el atılması için Bakanlık kapısına gelenler ise adeta horlandılar, “Demagoji yapmayın” diye aşağılandılar, itilip kakıldılar. Bu yakışıksızlığı yapan sivil kıyafetli kişi Bakanlığın güvenlik görevlilerinden biri mi idi, Bakanlık çalışanlarından ya da sivil polis mi idi bilmiyorum ama İnşallah ikaz edilmiş ve hatta cezalandırılmıştır.
Bu, işin bir yönü… Diğer yönü de şu: Böyle durumlarda Bakanlık yetkililerinden biri lütfedip aşağıya inse, mümkünse gelenlere uygun bir salonda ya da bahçede çay ikram edilip dertlerini dinlense fena mı olur? Yaptığı toplantılarda nezaketi ile dikkat çeken Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın, bu manzarayı duyup akşam da bazı televizyon kanallarında seyrettikten sonra üzülüp gerekli ikazları yaparak tedbir aldığına inanmak istiyorum. “Bazı kanallar” ifadesini özellikle kullandım. Çünkü böylesine haber değeri olan bir konu bile idareyi rahatsız edeceği düşünülerek istismar edilip görmezden geliniyor. Bu ise Türkiye’de gerçek haberciliğin ve iletişim anlayışının öldüğüne en büyük delildir.
Konu konuyu açıyor tabii… Bir de işten çıkarıldıkları halde tazminatlarını ve başka sosyal haklarını alamayan kömür işçileri var. Onlar da tıpkı SMA hastası çocukları olan aileler gibi devamlı itilip kakılıyorlar ve dertlerine çare bulamıyorlar. Soma’dan, Ereğli’den Ankara’ya gelip ilgililerle görüşmek isteyenlerin nelerle karşılaştıklarını görüyor ve üzülüyoruz.
Ayrıca, zaten dert başlarından aşmış olan insanları yollara düşürmek reva mıdır? Bu dertler, bu sıkıntılar bilinmiyor mu? Onlar bu sıkıntılara sokulana kadar ilgili ve yetkililer neden çözüm bulmuyor ve onları neden oyalayıp duruyorlar? İlçelerde Kaymakamlar, illerde Valiler ne için vardırlar?
“Dert çok, hemdert yok mu” diyeceğiz? Oturup ağlayacak mıyız? Sosyal Devlet anlayışını bütün kurum ve kurulları ile ne zaman yerleştireceğiz?
Dünyanın ve ülkemizin durumu belli. Nasıl ki planlamasını bütçesine göre yapamayan aileler ve şirketler iflas bayrağını çekiyor ve felaketler zinciri başlıyorsa devletlerin durumu da bundan farksızdır. “Ayağını yorganına göre uzat” atasözü yalnızca şahıslar için söylenmemiştir. “Ak akçe kara gün içindir” sözü de öyle. Ancak devlet ve kurumları adeta bunları unutmuş durumda. Öyle olunca da virüsün yayılmasını önlemek için “Tam kapanma” yapamıyoruz. Çünkü iş bırakanlara, kepenk kapatmak zorunda kalanlara ayrılan yeterince paramız yok.
Virüs belası bir defa daha gösterdi ki, ninelerimizin yüklüklerine, yastık altlarına “Kefen parası” diye belli bir miktar para ayırmaları gibi devletimizin de “İhtiyat akçeleri” ayırması ve felaket anları dışında bunlara el sürülmemesi gerekir. Bizde ise ne yazık ki bu amaçla ayrılan paraların daha önce başka işlere harcandığı anlaşılıyor. Bir önceki yazımda, bu tasarrufu yapan Kanada ve Almanya gibi devletlerin şu salgın döneminde vatandaşlarına ne gibi kolaylıklar sağladıklarını kaynağından aldığım bilgilerle belgelemiştim.
Ne yazık ki bizde israf ve savurganlığın önüne de bir türlü geçilemiyor. Makam aracı ve bina saltanatı ayyuka çıkmış durumda. “Yap – İşlet – Devret” modeli ile bazı işler yürüyor ve devasa tesisler yapılıyor görünse de maliyetleri düşünüldüğünde korkunç rakamlarla karşılaşıyoruz. Hatta o tesisler için müteahhitlere ödenen bir yıllık kira bedeli ile aynı binaların devlet tarafından yapılabileceği söyleniyor. Onun içindir ki “Doğan her çocuk bilmem kaç bin ya da milyon dolar borcun altına giriyor” deniyor ki doğrudur. Uzun lafın kısası; devletimizin, hazineye yük olan ve vatandaşa vergi üstüne vergi, zam üstüne zam getiren “Yap – İşlet – Devret” gibi uygulamalardan, yol yakınken de “Kanal İstanbul” gibi işlerden vaz geçmesi, devrede olanların ödemelerini de Türk Lirası’na çevirip ötelemesi gerekiyor.
Devlet ve bağlı kurumların ihalelerinde şeffaflığın ortadan kaldırılmış olması, Devlet İhale Kanunu’nda değişiklik üstüne değişikliğe gidilmesi, büyük ihalelerin beş – altı müteahhide veriliyor olması doğru değil. Malumdur ki ihaleler genellikle döviz üzerinden yapılıyor. Hatta bazı ödemelerin, ödeme tarihinde dolar kuru yüksekse dolar, avro kuru yüksekse avro ve altın kuru yüksekse altın üzerinden yapıldığına dair söylentilerin önü arkası alınamıyor. Bir de “Müşteri garantili” işlerden dolayı hazine devreye girmek zorunda kalınca dünyanın en pahalı akaryakıtını, en pahalı otomobillerini, en pahalı doğalgazını kullanmamız kaçınılmaz oluyor.
Bizdeki pahalılığın ve bir türlü önüne geçilemeyen söylentilerin en önemli sebebi şeffaflığın olmaması ve giderek bundan uzaklaşılması. Virüs salgınından sonraki rakamlar üzerinde yapılan tartışmaların daha beterinin ihaleler, yap işletler, pahalılık ve zamlar üzerine olduğu aşikâr. Ancak ne var ki devleti yönetenler bunu önleyecek yerde “Ticari sır” gibi bir gerekçenin arkasına sığınarak durumu daha da esrarengiz hale getiriyorlar. Dolayısıyla belirsizlik devam ediyor, söylentilerin önü arkası alınamıyor. Çünkü meşhur meseldir ki, “Bir şeyin şüyuu vukuundan beterdir” ve ne yazık ki devleti yönetenler adeta buna çanak tutmaktadırlar.
Son söz: Doğruluk/şeffaflık bir hazinedir. Ne mutlu bu hazineye sahip olanlara!