Eleştirel düşünme yeteneği, felsefe ve bilim olmadan hiçbir toplumda gelişmiyor; artık bu işe bin kez iman ederim. Bu yetkinlikler her toplum adına müthiş bir kazançtır ve kimi toplum kesitleri bir politik meseleye (taraf olsa da) yine kontrollü bir mesafeden bakabilme yetisine sahip olmaktadır. Felsefe ve bilim, demem odur ki feda edilemeyecek kadar kârlı,  beşeri yatırımlardır. Hele bu kâr, adam gibi siyaset yapma, ülkedeki ideolojik siyasetin ayarını tayin etme becerisini ve akledişini doğrudan tayin etme argümanları verirse, o ülkede hiçbir politik figür kafasına göre meydanda at oynatamaz. Toplumun olurunu alma uğraşı böylece daha nitelikli hale gelir ve siyaset olabildiğince memleket hayrına işlemeye başlar. Velhasıl bizde olmayanı (umulur ki) böylece görme ihtimali doğar.

Biliriz ki siyasal ideolojiler modern kavramlardır ve son 2 asırdır toplumsal formları belirleyen başat aktör, siyasal ideolojilerdir. Elbette siyasal ideolojiler adeta canlı bir organizma gibi kimi yönleriyle değişmekte ve toplumların tarihi, sosyal-ekonomik ve coğrafi konumlanışları doğrudan tesir edici olmaktadır. Örneğin liberalizm, o bildiğimiz klasik haliyle kalmazken ve modern-kapitalist politikliğe eklemlendikçe epey mesafe kat etmiş; ama farklılaşmıştır.

İnsan politiktir evet; ama her insan politik olması hasebiyle oturup ideolojik ve siyasal kuramlar oluşturmaz; olanlara kendi zaviyesinden (inanç, fayda/arzu ve kültür odağında) bakar ve öylece tavır alışlar sergiler. Bu tavır alışlarda kullanılan siyasal kavramlar ise çok derinlemesine bilinerek tüketilmemektedir. Kimse Karl Marx yahut Mussolini değildir. Örneğin “faşizm”in ne olduğunu bilmeden bir adama “faşist” yaftasını vurmak için ideoloji beratı almayı kimse lüzumlu hissetmez. Hatta “ben faşistim” diyen birinin faşizmi ne kadar bildiği de su götürür meseledir. Örneğin X takım taraftarı olma güdüsü ve aidiyeti ile Y ideolojisine mensup olma saikları bile benzeşebilir. Burada aynı mahalleden (sınıf, çıkar, etnik, inançsal) taraf olmak ve böylece dost-düşman ayrımı yaparak politik kavramları sağa sola ateş eder gibi kullanmanın kontrolü güçtür. Politik ideolojiler belirli bir gücü devşirdikten sonra uzlaşmaz olmayı çok severler.

Güzel ülkemin siyasal ideoloji tarihi ne sınıfsal imbikten geçmiştir ne de siyasal felsefe üretiminden… Sınıfsal zorlamalar yok mudur? Elbette vardır; ancak necip milletimiz sınıfsal ve toplumsal düşüncelerden çok cemaat/topluluk referanslarını önceleyen karar alışlarla kendi politik tarihini biçimlendirir. Şayet böyle olmasa Batı kapitalizmi ve üretim ağı gibi bir seviyeye hiçbir zaman ulaşılamamış Türkiye’de sağ/muhafazakâr iktidarlardan çok, solcuları görmemiz gerekirdi… Ki sağ/muhafazakâr kafanın söyledikleri 60 yıldır neredeyse hiç değişmemiştir. Değişmediği halde teveccüh gören muhafazakâr/sağ dünyanın ideolojik ve politik getirimi de kimin ellerindedir, malum… 30 milyonun üzerinde olduğu kaydedilen çalışan kesimin büyük çoğunluğunun Türkiye’de politik adresini/tercihini sınıfsal haritalardan okuyup, bulmadığı aşikârdır. O halde bizde bir ezber olarak sosyalizm sadece bir seviye işçi sınıfı ile ilişkilendirilip, olduğu yerde bırakılır. Cevabı ise hangi ideolojinin ya da ideolojileşmiş inancın politik şartları etkilediğine bakmadan görülür olmaz. Bunun anlamı “teori tamam; ama pratik olmadan sonuç asla”, demektir…

İdeolojiler politikliğe bir şekilde ilham veriyor ve onları etkiliyorsa Sağ/muhafazakâr ve nispi oranda milliyetçi düşüncenin Türkiye’de Sol’dan iki adım önde olduğunu ben iddia ederim. Hatta son 20 yıldaki İslamcı çizgi bu adım farkını nerdeyse üç katına çıkarmış ve hegemonik çatıya dönüşmüştür tezini de kabul ederim. Türkiye’de çoğunluğu teşkil eden kitlenin politik gözlüğü (söylem üzre olsa da) manevi/metafizik/dini ve mezhebi simgelerin görünürlüğüne hassastır. Tersine sosyal, ekonomik ve ferdi özgürleşmenin ise buğulu alanda kalarak, gölge biçemler halinde silikleştiği açıktır.

Hiçbir dünya olduğu gibi görülmez; bizler tarafından bir şeyler ile örülür, giydirilir ve sınırları belirlenmiş olması istenir. Bu halde Türkiye’de çoğunluk, memlekete ne giydirmek ister ve nasıl çerçeveler iyi analiz etmek icap eder. Bir kesim için Ebrar Karakurt’un voleyboldaki başarısı değil, cinsel tercihi çok daha önemlidir. Ülkenin bakanı, karma eğitimden ailelerin rahatsız olduğunu düşünmektedir. Mesele şu ki tüm bu örneklerin karşılığı vardır ve politik alıcıları da yabana atılmaz orandadır. Yaşadığınız ülkede kültür ve inancın “ne”liği, insanlara bakışta o derece hayati rol oynuyor. Bir pasajda mukim esnafın dolara “$” kızıp, 1’lik dolarları yaktığı bir ülkeden bahsediyoruz… Toplumsal düşünce haritamızın varsayımları kararlarımızı etkiler ve politika tam da buradan beslenir.

Her insanda ve toplumda doğal haliyle önyargılar vardır. Haddizatında kimi önyargılar eleştiriye kapalı ve koruyucu etkiler de barındırır. Esas sorun ise önyargıların aklı kapatması ve bu amaç ile ideolojilerin gücünü kullanır halde politika tarafından istismarıdır. Politik önyargılara kimi siyasi liderler bile haklı/haksız maruz kalmıştır bu ülkede: Alparslan Türkeş, Necmettin Erbakan, R. Tayyip Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu, Meral Akşener, Ümit Özdağ… Çok isim sayılabilir. Toplumsal-politik meselelerde ideoloji gözlüğünün işlemediği sağduyu ve hakikat alanı otonom, korunaklı bırakılmış bir ülke olsaydık kimin ne derece memlekete hayırlı işler yaptığını veya yapacağını söylemek çok daha kolay olurdu; ama bu mümkün değil.

Zihin haritalarımıza bir bakalım; etkilendiğimiz o kadar çok anlam ve şey/simge/nesne var ki çoğunu yerli yerine oturtamadan kestirimlerde bulunmak zorunda kalıyoruz. “Şeriat” isteyerek meseleyi kapatanlar, “Bağımsız Kürdistan” hayali ile yanıp tutuşanlar, “Atatürk Cumhuriyeti” adına kaygılananlar… Türkiye’nin ideolojik haritası az/çok renkli; ama İslami baskınlıkta muhafazakâr/milliyetçi topografyadır. “Bu harita sorunları ne dereceye kadar çözer yahut çözmüştür?!.” sorusunu buraya bırakıyorum. Bu (hâkim) ideoloji, tüm toplumsal dokumuza sirayet ediyor ve sorunları ortadan kaldırma iştiyakı veriyorsa pekâlâ!.. Naçizane ben, demokrasi ve siyaset kültürü gelişmemiş hiçbir siyasal ideolojinin yazılım ve işletim olarak hata “error” vermeyeceğini düşünmüyorum. O halde yeni iki bin yıl çağında merkez kuşak ve her iki (Doğu-Batı) dünyanın köprüsü durumundaki Türkiye’nin bu iki dünyayı dengede tutacak, kendi özgün/merkezi; ama baskın ve sentez dünya görüşünü var etmeden zaman kaybederek yıpranacağını düşünürüm. Nesnel ve pratik örnekler mevcuttur: örneğin Türkiye vatandaşlarının göç akını elan Avrupa ve Atlantik ötesinedir. Bugün sayısız doktorumuz, başta Almanya gibi Avrupa ülkelerine gidiyor… Bir bakışta ekonomik, kurumsal, yasal ve idari tasarruflar Batı ile kesilemez ilişkilerin ukdesinde olan ülke görürüz. Mesela NATO gibi bir paktın vazgeçilmezliği ister istemez Küresel konumlanıştaki ideolojik kabullerin zımni onayıdır.

Toplumsal yapılar arınık hale getirilmeden ideolojik havanın zehri veya ideolojik iklimin toplumsal bünyeyi zehirleme ihtimali kaçınılmaz oluyor; çünkü sorunlar ağırlaştıkça ideolojik-politik söylemler de vülgarize haldedir. Bu vasat, mevcut krizleri ve kitlesel çatışmaları çağırmaktan başka murat istemez; küresel tahakkümün emeli de budur. Bugün Edirne ve Hakkâri’de mukim vatandaşın ekonomik, sosyal vasıtalara erişimde ve yaşayış konforunun iyileştirilmesinde alınacak her mesafe, güçlü bir averaj olur. Bu nazarda ideolojilere bulanmamış temel insani hak ve şartların sadece tanınması lazımdır. Bu averaj elbette yetmezken birey olma aklı, kendini geliştirme, ifade etme hürriyeti; sağlam bir eğitim ve demokratik teamüllerle karar alma edimini hayata geçirmiş toplum olmanın kaçınılmaz ihtiyacını duyuyoruz.

Gerçekçi olduğumuz zaman toplumsal yapımızın mecburi ideolojiler ürettiğini gözlemleriz. Kürtçülük bu minval bir örnektir. Kürtçülük, belli bölgelerin sokaklarında, çarşı pazarında, anakentlerde ve siyasi merkezlerde sürekli çağrılan bir ideoloji halini almıştır ve bu uzun yıllardır böyledir. Haddizatında Kürtçülük; çatışmacı ve terörize edilmiş bir ideolojidir. Etni, dil ve kültür ayrımının yerleşke coğrafya dâhil, merkezi yapıdan koparılması ereği, bugün bir Kürt’ün isteğinden daha fazla talepkâr olanların hizmetine kolayca sürülüyor. Kürtçülüğün politik bir inanç sistemine dönüşmüş ideoloji olduğunu HDP’nin aldığı oylardan rahatlıkla gözlemleriz. Bu görüngü; Tahran, Moskova, Berlin, Paris ve Washington gibi merkezlerde çok cazip bir çağrıdır. Bu ideolojiyi (Kürtçülüğü) sosyolojik dönüşümler sağlamadan sönümlemenin neredeyse imkânsız olduğunu biliyoruz. Mevcut vasatın üstüne Suriyeli göçmenlerin kalıcı hale gelmesiyle muhtemel krizlerin daha da hassaslaşacağı kaçınılmaz diğer olgudur.

Bugün Türkiye’de ideolojik söylemin kapattığı toplum parçacıllığı can sıkıcıdır. Derinleşebilir sosyal yarılmaları harmonizasyon ve kültürel etkileşimle bertaraf etmek gerekiyor. İnsan doğasına, evrensel eğitime, akla ve bilme yaklaşan her söylem (düşünce), huzura daha elverişlidir. Bölünmüş, parçalanmış bir coğrafya, ötekileştirilmiş kültürler, demokratik hiçlik ve hukuki umursamazlık şu ülkeye fayda sağlar, diyen samimi, aklı başında tek bir Türk vatandaşı olamaz! Dönüp dolaştığımız nokta demokrasi ve hukuktur. Bunlar salt bir etni, cemaat hakkı değil, kamusal paydaşlık esasındadır. Ekonomik refahın ve kültürel iklimin zenginliğinden geçen ve fakat ulusal sınırları tanınmış, rıza gösterilmiş bir ülke yurttaşı olmayı ne zaman düşünmeye başlarsak işte o zaman umutlarımız daha da kuvvetlenecektir.

Tanrı Türk’ü Korusun!