Seçim yaklaştıkça “müjdelerin” ardı arkası kesilmiyor. Asgari Ücret zammı, emekli ve çalışanlara yapılacak zamlar ve tabii ki olmazsa olmazımız, “Doğalgaz Bulundu”, “Petrol bulundu” müjdeleri! Gazete ve televizyon bürolarının oldukça zengin arşivleri vardır. Dürüst gazetecilerden Deniz Zeyrek üşenmeden aramış taramış ve iktidar tarafından yirmi yıl içerisinde en azından 30 defa “Petrol Bulundu, Doğalgaz Bulundu müjdesi” verildiğini tespit etmiş. Demek ki, bu yazının yazılmakta olduğu 26 Aralık akşamı Sayın Cumhurbaşkanı’nın verdiği müjde ile bu sayı 31’e çıktı. Buna zaman zaman bazı AKP’li il ve ilçe başkanlarının verdiği müjdeleri de eklersek sayı daha da artacaktır. En azından, kendi ilçemle ilgili olduğu için -aradan yıllar geçmiş olsa da- bir “müjdeli haberi” de ben aktarayım ki 32 olsun!

Tarihini şaşırabilirim diye Google Amca’ya başvurunca hemen karşıma çıktı. 11 Kasım 2006 tarihinde Haber7.com’da “Burdur'da, Türkiye'nin yüzünü güldürecek petrol umudu” başlığı altında verilen haber öyle büyük umut taşıyordu ki, Bucak İlçesi’ne bağlı Yuva Köyü’nde bulunduğu söylenen o petrol çıkarılabilse idi hem o köyümüz hem ilçemiz ihya olur, makus talihini bir türlü yenemeyen ilimiz Burdur şaha kalkar, yakınımızda olan Antalya da gücüne güç katar, canlılığı daha da artardı. Çünkü “müjde” oldukça ümit verici idi:

“AK Parti İlçe Başkanı Emin Gökmen, petrolün 6 bin 500 metre derinlikte olduğu bilgisini vererek, 'Çalışmalar bittiğinde Türkiye'nin ikinci büyük petrol kuyusu Bucak'ta olacak' dedi.”

Ama olmadı. O petrolden bir daha haber alınamadı.

Düşünebiliyor musunuz? Verilen otuz bilmem kaç petrolle gaz müjdesinin hiç değilse yarısı Karadeniz’de bulunan ve 2023 yılında kullanıma hazır olması beklenen doğalgaz rezervi gibi gerçek olsa idi Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’nün (OPEC) gözde üyelerinden biri olur, “Gaz İhraç Eden Ülkeler Örgütü”nü kurardık da enflasyonla falan uğraşmazdık, öyle değil mi?

Petrolden geçelim sağlık konusuna…

Bir arkadaşımın paylaşımı:

“Ankara'yı terk etmenin zamanı çoktan geldi hatta geçti bile.  Şehir hastaneleri adı üstünde şehir büyüklüğünde. Peki binanın büyüklüğü sunulan hizmetle paralel mi gidiyor? Hantallık ve devasa olmak hizmetin kalitesini mi artırıyor?

Göz doktoruna muayene oluyorsun, hastane içinde göz filmini çektirmek için git gel bir kilometre yol yürüyorsun, sonra asıl mütehassıs olan doktordan randevu alıyorsun, randevu aldıktan sonra göz iğnesi için ayrıca bir randevu daha alıyorsun, randevu aynı güne denk gelmiyorsa Ankara Gölbaşı’na git gel 50 kilometre. Gölbaşı’nda Devlet Hastanesi var ama derdime derman olacak imkana sahip değil. Şehir Hastanesi içinde sürekli gideceğin birimi birilerinden sorman gerekiyor çünkü yolunu şaşırıyorsun, eskiden öyle değildi bütün birimler bir aradaydı binalar da sağlamdı. Yani yapının büyük olması verilen hizmeti mi kolaylaştırıyor? Yoruldum, yoruldum, yoruldum!”

Durumu Ankara Şehir Hastanesi’nde çalışan bir doktor arkadaşa aktarınca derdini deşmiş oldum. “O arkadaş çok haklı, dedi. Ben de çok yoruldum, hem de çok! Bahçede, otoparkta ya da koridorlarda gidecekleri bölümlerin yerini soranlar oluyor. Bilmiyorum deyince, ‘Sen de bilmeyeceksin de kim bilecek” diye azar işitiyoruz!”

Kısacası şehir hastanelerine bir giden pişman bir de gitmeyen!

Peki ya diğer hastaneler?

Ankara’dan örnek vermeye devam edelim… Ulaşımları kolay ve alışılmış yerlerde olan hastanelerimizin çoğu kapatıldı ve o devasa şehir hastaneleri kuruldu. Kapatılması planlanan birkaç hastane ise toplum baskısı artınca şimdilik geri çekildi ama onların da adeta içleri boşaltıldı. Birkaç gün önce bir vesile ile o hastanelerden birine gitmiştik. Gittiğimiz poliklinikteki doktorun kapısına “Doktor ameliyatta” yazısı asılmıştı. Bölüm sekreterliğine sorunca aynı cevabı aldık. Yarın gelirler mi diye sorunca aldığımız cevap yine olumsuzdu. Düşünebiliyor musunuz? Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’dasınız ve ilgili branşta bir ya da iki doktor var, onlar ameliyata girince ya da izne ayrılınca, zaruri bir işi çıkınca her şey bitiyor. Sebebi, hastanenin içi boşaltılmış, doktor, hemşire ve başka sağlık çalışanlarının bir bölümü şehir hastanelerine kaydırılmış.

Sebep yalnızca bu değil tabii…  Şartları iyileştirilmediği, itilip kakıldıkları için her yıl binlerce doktorumuz yurt dışına gidiyor. “Giderlerse gitsinler” hitabı da zaten onlardaki çalışma azmini kırmış durumda.

Dahası da var… Özellikle bazı bölümlerde randevu alma sıkıntısı had safhada. MR ve Ultrason için altı ay, bir yıl öteye gün verildiğine dair haberlerle paylaşımları her gün görüyor, duyuyoruz. Altyapısı ve öğretim üyesi kadrosu yeterli olmayan üniversitelere Tıp Fakültesi açılmasına izin verilmesi, tıp doktorlarının kurmaylığı kabul edilen Tıpta Uzmanlık Sınavlarının sulandırılması gibi sebepleri de eklediğimizde sağlık alanında daha kötü günlerin geleceği ortada.

Ya Milli Eğitim?

“Tevhid-i Tedrisat (Bütün öğretim kurumlarının Millî Eğitim Bakanlığı’na Bağlanması) Kanunu   fiilen yürürlükten kaldırılmış durumda. Önüne gelen kurum, kuruluş, vakıf, dernek okul açıyor ve keyfince yürütüyor. Onu da geçtik, Millî Eğitim Bakanlığı o okulları denetleyecek yerde bunca kadrosuna ve öğretmenine rağmen bazı şaibeli işlere de karışmış olan vakıf ve derneklerle anlaşmalar yaparak öğrencilerini teslim ediyor; olacak iş değil.

Yıllardan beri Pazartesi sabahları ve Cuma günleri okulların açılış ve kapanış saatlerine rastlamamış olmalıyım ki İstiklal Marşı’nın Cd ya da bilgisayardan okunduğundan haberim yokmuş. Bunu da emekli bir öğretmen arkadaşımın paylaşımından öğrendim. Paylaşım şöyle:

“Bugün hafta başı, okullarda bayrak töreni var. Kasetten İstiklal Marşı okunuyor. Okuyan öğretmen ve öğrenci çok az.  Hatta bazıları, maç başı seremonisinde yabancı futbolcular gibi lakayt davranıyorlar. Kasetten sınıflarda öğretim amaçlı olarak yararlanılmalı, törenlerde her öğretmen ve öğrenciler koro halinde söylemelidirler.”

Meğer herkes bu durumdan şikayetçi imiş. Paylaşınca ne yorumlar yapıldı ne yorumlar! Bana, “Hocam uyan da balığa gidelim” diye takılanlar bile oldu…

Memleketin derdi, milletimizin çilesi bitmiyor. Biz benzeri dertleri dile getirdikçe bu konularda hassasiyeti olduğunu bildiğimiz ya da öyle sandığımız kişilerde bile bir vurdumduymazlık olduğuna şahit olup üzülüyoruz. Siyasi saplantıları olan kişilerden olur olmaz yerlerde “Ezan susmaz bayrak inmez” sözünü çokça duyuyorduk. Bu söz, sıkışılınca can simidi olarak söyleniveriyordu. Geçenlerde de bir milletvekili zorda kalınca “TOGG’u durduramazsınız” demesin mi?

Son zamanlarda Savunma Sanayiindeki gelişmeler, İHA’lar, SİHA’lar ve benzeri gelişmeler bazılarına her şeyi unutturmuş görünüyor.  Dile getirdiğim dertlerde beni çok “keskin” bulan sevdiğim bir arkadaş “Ama ağabey, Savunma Sanayii’nde iyi işler yapılıyor” deyiverdi. Bir bakıma, “Sen o yazdıklarını görmezden gel” demek gibi bir şeydi bu. Yazdıklarım da yolsuzluklar, israf, savurganlık, şatafat, haksızlık, hukuksuzluk, liyakatsizlik, sosyal düzendeki bozukluklar, her alana sirayet eden ahlaki çöküntü, milli ve dini değerlerin yıpratılması, dini alandaki cehalet ve bunun millet hayatındaki yansımaları vs., vs.

Oysa Ezanın susmaması, bayrağın inmemesi için bir ömür vermiş, yazılarımızda, şiirlerimizde, konuşmalarımızda, sohbetlerimizde hep bunu işlemişizdir. Türkiyemizin gıdada, tarımda olduğu gibi sanayinin her alanında, savunma sanayiinde, ilim ve teknolojide çağı yakalayıp geçmesi düşüncesi de hep şiarımız, ülkümüz olmuştur. Ta 70’li yıllarda köy köy dolaşarak Tarım Kentleri kurulması, fabrika yapan fabrikalar açılması gerektiğini anlatmışlığımız vardır. Haliyle ülkemizdeki olumlu gelişmelere sevinmememiz, gurur duymamamız mümkün mü? Yalnız, bazıları gibi sevinç sarhoşu olup   her şeyi güllük gülistanlık mı göstereceğiz? Yanlış bir şehirleşme politikası ile köyler şehirlerin mahallesi yapılmış, köylü üretimden çekilmiş, gıda fiyatları tavan yapmış, iş işten geçtikten sonra Tarım Bakanı kurtuluş reçetesi olarak “Kent Tarımı” yapılmasını teklif ediyor. Ankara’nın yakın çevresinde bulunan İncek, Gölbaşı, Ovacık ve benzerlerinde olduğu gibi tarıma elverişli araziler betona boğulmuş durumda. Daha birkaç gün önce Amasya’nın Çambükü Köyü’ndeki kadınlar yıllardan beri ekip biçtikleri tarlalara iş makinalarının sokulmasını ağlaya sızlaya protesto ediyorlardı.  Bütün bunlar ortada iken milletle dalga geçercesine “Kent Tarımı yapılsın” deniyor. Bunu da yazmayalım mı, eleştirmeyelim mi? İlmihallerinde, Ansiklopedisinde adeta çocuk yaşta evliliğe yol açan çürük rivayetlere yer veren Diyanet, testi kırıldıktan sonra bir hutbe hazırlamak zorunda kalıyor. Hatalarını yazmayalım mı?

Velhasıl, dert böylesine çok iken “İpteki cambaza bak” misali, iyi giden birkaç işi örnek göstererek madalyonun öteki yüzünü örtbas etmemizi kimse beklemesin. Kırıp dökmeden eleştiri yapmak herkese kanunla verilmiş bir haktır. Bizi eleştirenlere de bu haklarını kullanmalarını tavsiye ederim.