“Yüzyılın başında ülke, bölge ve tüm dünyayı önemli ölçüde etkileyen bir savaşı yaşayan ve onunla beraber tehcir, muhacirlik, yokluk, sakatlık ve ölümü gören bu kuşağın insanları, zamanla yeni hayatlarına alıştılar. Yeni aileler kuruldu, ardından yeni kuşaklar geldi. AMA HİÇ KİMSE ONLARIN DUYGULARINI VE ÖYKÜLERİNİ YETERİ KADAR DİNLEMEDİ, ANLAMADI VE ÖĞRENMEDİ. Bu fedakâr ama sessiz kuşak zamanla unutuldu gitti…”

Ben, sen, o, biz, siz, onlar… Yukarıdaki satırlarda sözü edilenlerin “duygularını ve öykülerini yeteri kadar” dinledik mi? Dinlediysek bile anladık ve öğrendik mi? Kim mi onlar?

Onlar, Birinci Dünya Savaşı’nda Rusların Doğu Anadolumuza girip ilerlemeye başlamaları üzerine çetin kış şartları altında, Karahumma (Tifo) ve İnce Hastalık ya da Verem adı verilen hastalıkların kol gezdiği bir zaman diliminde yayan yapıldak yollara düşüp orta ve güney illerimize göçmek zorunda kalan “Muhacirler!” Kısacası başka ülkelerden gelip bize sığınan değil, kendi ülkemiz içinde bir yerden başka bir yere, bir bölgeden başka bir bölgeye göç etmek zorunda kalan “Bizim Muhacirler!” Sayıları bir milyon civarında olan bu muhacirlerin önemli bir kısmı yollarda ölüyor, bir kısmı savaş sonunda çıktıkları yerlere dönebiliyor, bir kısmı da gittikleri yerlerde kalmak zorunda kalıyor. Hep “Ermeni Tehciri”nden söz edilir, bu toprakların ekmeğini yiyip suyunu içen bazıları onlara ağıtlar yakar da o günlerde Türk insanının neler çektiğini akıllarına bile getirmezler.

Prof. Dr. Halil Değertekin çocuk yaşta o acıyı yaşayıp kendi ülkesinde muhacir olan, iki yıl sonra memleketlerine dönüp yerleştikten sonra görücü usulüyle evlenen bir anne ile babanın, Rasime ve Recep’in oğlu. 1 Aralık 2001 günü TRT 1’de “Kardan Mürekkep” isimli bir belgesel filme rastlamıştım. O dönemin çilekeş insanları artık yaşamadığı için film tamamen anılara ve kalan belgelere dayanılarak Muhacirler isimli kitaptan uyarlanmıştı. Olaylar gerçek, anlatılanlar yaşanmıştı. Yazar, kendi ifadesiyle, o dönemde yaşanan olayları “Önyargısız, etnik ve dinsel yorumlara yer verilmeden olduğu şekilde” yansıtıyor. Gündüz vakti yayınlanan Kardan Mürekkep Filmi’nin uygun bir zamanda akşam saatlerinde de yayınlanması yararlı olacaktır.

Ben, filmi seyredince hemen kitabı araştırmaya koyuldum. İnternette rastladım ama o an için satışı yoktu. Hemen TRT’de bu filmin çekilmesine önayak olan Cüneyt Gündoğdu kardeşime konuyu açmıştım ki kitap birkaç gün sonra yazarı olan Prof. Dr. Halil Değertekin tarafından imzalanmış olarak elime geçti. Duygulanarak, iç çekerek, “Neler çekti bu millet, neler” diye diye bir solukta okudum. Şimdi eşim okuyor.

Eli silah tutanlar askere alınmış, askerlik çağı geçenler o meşhur türküde “Kışlanın önünde redif sesi var/Açın çantasında bakın nesi var/Bir çift kundurayla bir de fesi var” diye ifade edildiği gibi gönüllü olarak ya da devletin görevlendirmesiyle yine ordunun hizmetine girmiş, çoluk çocuk perişan…

Ve o perişan halk çaresizlik içinde yollara düşüyor. Dağlardan aşılacak, azgın sulardan geçilecek ama at yok eşek yok, at – eşek olsa yol yok köprü yok misali bu yolculuk nasıl yapılacak? Dağlarda eşkiyalar, Ermeni çeteleri, arkada halkın deyimi ile “Urus ayıları!”

İşte, Varto’dan çıkıp güney illerine doğru hareket eden kafilenin önünde ilk engel: Büyüksu Deresi! Kafile’nin iş bilen tek insanı devletin polis/zabıta gücüne bağlı Ziya ama bu azgın dereye ne yapabilir ki? Kendisi geçse kafiledekileri, hele de yeğenlerini nasıl geçirebilir? Derken sakallı, yaşlı bir adam elindeki bastonu ile derenin kıyısına geliyor. Diğer elinde sıkıca kavradığı torunu, bastonunu havaya kaldırarak var gücüyle bağırıyor:

“Ya Hazreti Allah! Ya Hazreti Muhammed! Medet; yetişin imdadımıza!..”

Allah’a sığınmaktan başka çare yoktur. “Ya Hazreti Allah, Ya Hazreti Ali! Ya Hazreti Hasan! Ya Hazreti Hüseyin! Ya Hızır! Yetiş bize” ve benzeri nidalar ortalığı inletirken kafilede bulunanlar Büyüksu Deresi’nin serin sularına dalarlar. Hamile kadınlar, yaşlı insanlar vardır aralarında. Kimsenin kimseye yardım edecek hali yoktur. Elden gelen yardımlar yine de esirgenmez. Sele kapılıp gidenler olsa da yapacak bir şey yoktur…

Eserin kahramanlarından, yıllar sonra evlenip yazarımızın annesi olacak olan Rasime’nin annesi hasta ve üstelik hamiledir. Yolda doğum sancıları tutar ve doğum gerçekleşir. Savaş şartlarında doğan bu çocuğa Harbinaz adı verilir ama annesi zaten hasta, beslenemiyor, sütü yok. Harbinaz nasıl dayansın? Babaları daha göç başlamadan Rus kurşunları ile şehit, Harbinaz ve annesi de yollarda… Bir can pazarı vardır artık ve benzer ve hatta daha ağır şartlarda dört ay kadar süren bir yolculuktan sonra Diyarbakır’a ulaşana kadar devam edecek, iki yıl sonra savaş bitince kalanlarla aynı yollardan ve benzer tabiat şartları altında geri dönülecektir.

Muhacirler kitabı esas alınarak çekilen filme Kardan Mürekkep adının verilmesi boşuna değil. Hani bir türkümüzde “Ağaçlar kalem olsa yazılmaz benim derdim” diye bir feryat vardır. Doğu’da yer yer üç metreye ulaşan kar kalınlıklarını ve o şartlar altında yapılan zorunlu bir göçü düşünecek olursak insanların derdi bütün karların mürekkebe dönüşmesi ile bile yazılamaz, anlatılamaz. Ancak yaşayanlar bilir ama bizler de okuyup öğrenmeliyiz ki vatanımızın kıymetini bilelim, o insanlara teşekkür edip rahmetler dileyelim.

İşte bir örnek: Bir konaklama yerinde, çaresizlik içinde oraya buraya koşuşturan sekiz – on yaşlarında bir çocuk. Ayağında her yanı parçalanmış bir ayakkabı feryat figan bağırıyor: “Allah rızası için beni yanınıza alın! Benim kimsem yok! Anam yok, babam yok, hepsi öldü, kayboldu!” Onu gören herkes ağlıyor ama kim ne yapabilir? Her ailede benzer dramlar.

Biz şimdi Suriye’den, Irak’tan, Afganistan’dan, Libya’dan bir umutla çıkıp giderken denizlerde boğulanları televizyonlarda görüp geçiyoruz ama dedelerimiz, ninelerimiz daha beter çileleri işgal yıllarında hem de kendi ülkemiz içinde çektiler. Kırım’da, Kafkaslar’da Rus, Balkanlar’da Bulgar ve Yunan zulmü altında çile çeken, sürgünlere gönderilip köle gibi çalıştırılanları bir an bile unutmamalıyız.

Unutmamamız gereken bir şey daha var; bize bu Cennet vatanı bırakan dedelerimizi, ninelerimizi de unutmayalım ve Cumhuriyetimizin kıymetini bilip macera peşinde koşanların narına yanmayalım.

O çileli insanların bir evladı olarak okuyup tıp tahsilini yapan ve Profesörlük kariyerine ulaşan Sayın Halil Değertekin, ailesi ile yakınlarının, komşularının yaşadıklarını derleyip toparlayarak büyük bir vatan hizmetini de yerine getirmiş. Evet, bu yapılan bir vatan hizmetidir. Söz uçar, anlatılanlar unutulur ama yazılanlar kalır ve nesilden nesile aktarılır.

Kanguru yayınları arasında çıkan ve Şubat 2015’te birinci, Şubat 2017’de de ikinci baskısı yapılan bu eserin mutlaka bulunup okunmasını tavsiye ediyorum. Kitabın, Kültür Bakanlığı ya da belediyeler eliyle de yeni baskılarının yapılarak daha geniş kitlelere ulaştırılması faydalı olacaktır. “O fedakâr ve sessiz kuşak” unutulmasın değil mi?