Lozan Anlaşması’nda, Ankara hükûmetinin hedefleri, Misakı Millî sınırlarına ulaşmak ve kapitülasyonlardan kurtulmaktı. Kapitülasyonların devam ettiği bir ülkenin gerçekten bağımsız olması, ekonomik olarak gelişmesi ve kalkınması mümkün değildi. Kalkınmış ülkelerde üretilen ürünler, gümrüksüz ya da yok denecek kadar düşük gümrük vergileriyle ülkeye geliyor ve her tarafa dağılıyordu. İlk sanayileşen ülke olan İngiltere’yi takip eden ABD ve Almanya dahi, ikinci ve üçüncü sanayileşen ülkeler olmalarına rağmen, yüksek gümrük vergileri uygulayarak ve teşvik ödemeleri yaparak yerli sanayilerinin gelişmesini sağlamışlardı.
Kapitülasyon verilen ülkelerin vatandaşlarının vergi ödemeden, istedikleri yerde istediği ticareti yapabilmeleri haksız rekabet doğuruyordu. Vergi ödemek istemeyen azınlık mensupları, kapitülasyon sahibi ülkelerin vatandaşlığına geçerek vergi yükünden kurtuluyorlardı. Türk mahkemeleri, kapitülasyon sahibi ülkenin vatandaşlarını yargılayamıyordu. Lozanda hedefe ulaşılarak, kapitülasyonlar kaldırıldı. Osmanlı’nın borçları batılıların talep ettiği gibi altın olarak üstlenilseydi, taze cumhuriyet, üzerine kaldıramayacağı hacimde bir yük almış olacaktı. Borçlar, Osmanlı toprakları üzerinde kurulan devletlere pay edilerek otuz yıl süreyle taksitlendirildi.
Lozan’da, Misakı Millî sınırlarına Batum, Halep, Hatay , Musul ve Kerkük dışında ulaşıldı. Batum, SSCB ile yaptığımız anlaşmada karşılıklı mutabakat neticesinde Gürcistan’a bırakıldığından, Lozan’ın gündeminde yoktu. Musul ve Kerkük sorununu, Türkiye ile İngiltere’nin çözmesine karar verildi. İstanbul Konferansı’nda, taraflar, Musul ve Kerkük konusunda anlaşamadı. Ankara referandum isterken, Londra, halk bilinçsiz savıyla, referandumu kabul etmedi. Anlaşmazlık, önce Milletler Cemiyeti’ne, sonra Adalet Divanı’na götürüldü ama sonuç alınamadı. Bu esnada çıkan isyanlar, Türkiye’nin elinin zayıflamasına yol açtı. 1926’da Ankara Anlaşması’yla Musul ve Kerkük Irak’a bırakıldı. İngiltere’nin referandumu kabul etmemesi Musul halkının, Türk vatandaşı olmak istediğinin göstergesidir. Halep ve Hatay Fransa mandasındaki Suriye’ye bırakıldı.
Bazı tarihçilerimiz, Osmanlı’nın Birinci Cihan Harbi’ne girmeden evvelki sınırlarını esas alarak Suriye, Hicaz, Irak hatta Mısır’ın Lozan’da verildiğini iddia ederler. Bu tespit yanlıştır. Bahse konu toprakları savaşta kaybettik. Sevr Anlaşması’nda, o günkü Osmanlı yönetimi, bunlara ilaveten, Anadolu’nun büyük kısmını ve Doğu Trakya’yı dahi vermeyi kabul etti. Mustafa Kemal, çevresindeki asker ağırlıklı kadrolar ve zamanla onlarla bütünleşen, onlara güvenen milletimiz, Millî Mücadele’yi kazanarak, Sevr’i yırttı attı. Türklerin ve Kürtlerin çoğunlukta olduğu yerler ki, buralar aşağı yukarı Misakı Millî sınırlarındaydı, Türkiye oldu.
Birinci Cihan Harbi, bütün milletler için dört yıl kadar sürmüşken, Türkler nerdeyse on bir yıl kesintisiz savaştılar. Önce 1911’de başlayan Trablusgarp, sonra Balkan, Cihan ve Kurtuluş harpleri. Bu savaşların üzerine Suriye yahut Irak’a yürüyüp, İngiltere ve Fransa’yla savaşıp, onları yenerek, Irak ve Suriye’yi alabileceğimizi nasıl düşünebiliyorlar, anlamak mümkün değil. Savaşmadan, İngiltere’nin ve Fransa’nın, savaşın ödülü olan, A sınıfı manda ilan ettikleri, Suriye ve Irak’ı vereceklerini beklemek safdillik olur. Düşmanın uçakları, tankları, zırhlı araçları var. Bizim, SSCB destek olmasa, savaşacak tüfeğimiz yok.
Her olay kendi şartları içinde değerlendirilmelidir. Ayrıca alma imkânı olsa niçin almasınlar? Gazi, Hatay’ı alma çalışmalarına 1930 yılında da başladı. Dokuz yıllık mücadeleden sonra Hatay ana vatana katıldı. 1930’da o kavgayı veren, başarı şansı olsa, 1922-23’te de verirdi. Kaldı ki Musul’da mücadele verildi ama Şeyh Sait ve Nesturi isyanlarıyla, Asuri saldırıları hedefe ulaşmayı engelledi. Musul’da petrol olduğundan İngiltere kararlıydı, savaşmaya hazırdı.
Ayrıca Misakı Millî sınırları dışındaki Suriye ve Irak halkı Arap’tı. Arap devletinin vatandaşı olarak yaşamak istiyorlardı. Çoğunluğu, (özellikle Suriyeliler) Birinci Cihan Harbi’nde, İngiltere tarafından organize edilen isyancılara destek vermişti. Onları sömürgeleştirmemiz mi lazımdı? Bunu yapmamız doğru olmadığı gibi, yapabilecek gücümüz de yoktu. (Irak’ın kuzeyinde, yani Musul’la Kerkük’te, nüfusun %65’i Türk ve Kürt’tü. Hem onlar hem Musul Araplarının ekseriyeti hem de Halep ve Hatay şehirlerinde de ahalinin çoğunluğu, Türk vatandaşı olmak istiyordu.)
Bazı tarihçilerimiz, Lozan’da, On İki Ada’nın alınamamasını eleştirir. İtalya, On İki Ada’yı, Trablusgarp savaşı esnasında, Osmanlı’yı, Libya’yı vermeye razı etmek amacıyla işgal etti. Osmanlı, Libya’yı bırakmaya razı olduğunda, İtalya da On İki Ada’yı boşaltmayı kabul etti. Fakat bu sırada, Balkan Savaşları devam ediyordu. Osmanlı’nın adaları savunacak donanması yoktu. Yunanistan’ın adaları işgal edeceğinden çekinildiğinden, İtalya’dan boşaltmayı geciktirmesi istendi. Balkan Savaşı’ndan sonra, Birinci Cihan Harbi başladı. İtalya ile düşman saflarda yer aldık, dolayısıyla İtalya adaları ilhak etti. Kurtuluş Savaşı’nı Yunanlara karşı kazandık. Adaları İtalya’nın, nasıl alabilirdik? İtalya savaşın galiplerinden, bize toprak verir mi? Elimizde tek gemi yokken, Akdeniz’in üçüncü güçlü donanmasına sahip olan İtalya’ya savaş ilan edip kazanmamız mümkün değildi.
Lozan’la ilgili bir yanlış değerlendirme de, bizim mübadele talep ettiğimizdir. Mübadeleyi Yunanistan istedi. Mübadele, din esas alınarak yapıldı. Böyle yapılınca, Hristiyanlığın Ortodoks mezhebine mensup olan ve Türkçe konuşan Karamanlı Türkleri de Yunanistan’a gönderildi. Bu çok yanlış oldu. Karamanlılar, Türk’tüler, zaman içinde Yunanistan’da dillerini ve benliklerini kaybedip Yunanlı oldular. Bu konuda, sembolik de olsa adım atılarak, yanlış düzeltilmelidir. Mübadeleyle Yunanistan’a giden Karamanlı Türklerinin çocuklarına ve torunlarına çifte vatandaşlık kapsamında, yeniden Türk vatandaşı olma hakkı verilmelidir. Soydaşlarımızla yeniden ilişki kurarak, yakınlaşmalıyız.
Lozan’la ilgili bir başka aşırı değerlendirme de, Lozan’ın zafer olduğu ve Türkiye’nin tapu senedi olduğu savıdır. Lozan kutsal değildir. Lozan o günün şartlarında yapılan makul bir anlaşmadır. Anlaşmada aleyhimize maddeler de vardı. Nitekim, Lozan; Hatay ve Montrö’de, bizzat onu imzalatan Atatürk tarafından iyileştirilmiştir. Bize de düşen maceraya girmeden, aynı mantıkla hareket etmektir. Hiçbir anlaşma, vatanın tapu senedi olamaz. Bizim tapu senedimiz; devletimizin, ordumuzun ve ekonomimizin güçlü olmasıdır. Güç kaybedildiğinde, kâğıtta ne yazdığı sadece teferruattır. Osmanlı’nın elinde, Macaristan’ın Osmanlı toprağı olduğunu teyit eden anlaşmalar vardı. Yenilince, Macaristan’ı Karlofça Anlaşması’nda kaybettik. Önceki anlaşmalarda yazılanların zerre kadar önemi oldu mu? Osmanlı bürokratları, 1856 yılında, Paris Anlaşması’nı imzalayınca çok sevindiler.
Paris Anlaşması’yla, Avrupalı devletler Osmanlı’yı Avrupa devletler sistemine kabul ederek, toprak bütünlüğü konusunda garanti verdiklerinde, Osmanlı’nın yüzölçümü, 10 milyon kilometre karenin üstündeydi. Sadece 25 yıl sonra, Rumeli topraklarını, Tunus’u, Mısır’ı, Kıbrıs’ı, Bosna-Hersek’i kaybettik. (Yöneticilerimiz Mısır’ı, Bosna’yı ve Kıbrıs’ı kâğıt üzerinde kaybetmemiş olmakla teselli buldu, ama 1908 de Bosna’yı, 1914’ te Mısır ve Kıbrıs’ı kâğıt üzerinde de kaybettik.) Lozan zafer değildir. Sakarya, Dumlupınar ve Büyük Taarruz zaferdir. Lozan hezimet hiç değildir. Trablusgarp, Balkan Savaşı, ve Birinci Cihan Harbi (Çanakkale ve Irak Cephelerindeki zaferlere rağmen) hezimettir. Lozan’da hedeflerimizin hepsine ulaşamadık. Belki daha başarılı olabilirdik, bunlar tartışılabilir. Neticede Kurtuluş Savaşı, hür bir vatanda, hür bir millet olarak yaşayabilmek için yapılmıştı, bu sağlandı.