Yıllardan beri bitmeyen bir çile, kan ve gözyaşı olan Filistin meselesi şu günlerde belki de tarihinin en acıklı, en karmaşık, en belirsiz günlerini yaşıyor. Oflayıp pufluyor, ağlayıp sızlıyoruz ama madem ki elimiz kalem tutuyor, söyleyecek sözümüz, yazmaya dermanımız var; “Yazayım” dedim de kurgusunu yapıp bilgisayarın başına geçince hatırladım ki yazıya dökmek istediklerimi zaten yıllardan beri yazagelmişim!
Mayıs 2017’de, “Asıl Ağlama Duvarı İçimizde, Hepimizde” başlığı altındaki yazım habererk.com’da yayınlanmış, sosyal medya hesaplarımda paylaşılmış ve “Mahzunluk Bitecek mi” isimli kitabıma da girmişti. O yazıyı alıp bugüne koyunca yerli yerine oturacağını gördüm. Çünkü “İslam Alemi” denen ve yaklaşık 2 milyar insanın yaşadığı ülkeler ve bu alemde yaşayan insanlar, var olan devlet ya da devletçikler gerçekten İslam’ı anlayarak yaşasalardı akıllarını kullanır, düşünür, öğüt ve ibret alır, ilme sarılırlardı da dünyada söz sahibi olurlardı. “Arap Dünyası” denen ve o dünyada yaşayanlar Allah’ın verdiği petrol nimetini yiye yiye bitiremediler. Türkiyemiz adeta bir “Tarikatler ve Cemaatler Cenneti” haline getirildi, hurafe kol geziyor, Bilimde, teknolojide çağlar aşan, hayal bile edemeyeceğimiz ekonomik güçlere ulaşanlar diplomaside de etkililer. Birleşmiş Milletler, Uluslararası bütün kurum ve kuruluşlar onların etkisi ve hatta emri altında. Veto yetkisi olanlar arasında hiçbir İslam Ülkesi yok. Biz ancak “Dünya beşten büyüktür” diyor, bir de Birleşmiş Milletler toplantılarında söz sırası geldiğinde eteğimizdeki taşları dökebiliyoruz, o kadar! Filistin meselesi gibi bir durumla karşılaştığımız zaman da böyle ağıt yakıyor, “Şiddetle kınıyor” ve çok güzel, anlamlı selalar okuyoruz, onlar yine bildiklerini okuyor. Çin işgali ve zulmü altında acıların bin bir türlüsünü yaşayan Doğu Türkistanlı kardeşlerimize ise el uzatamadığımız gibi dua bile edemiyoruz!
Yukarıda sözünü ettiğim yazıyı zamanın ABD Başkanı Trump’un 2017 yılında Suudi Arabistan ve ardından da İsrail’e yaptığı ticari ve siyasi ziyaret üzerine yazmıştım. Trump o ziyaret sırasında Yahudiler için kutsal sayılan Kudüs’teki “Ağlama Duvarı” önünde de görüntü vermiş ve haliyle bize çok saçma gelmişti ama ne diyelim, “Leküm dini küm veliyedin/Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize!”
Şimdi gelelim sadede ve o yazımızdan alıntılar yaparak devam edelim:
“…İslam ülkelerinin durumu ortada, dinimizin mensupları olan Müslümanların yani hepimizin hâli meydanda. Dinimiz, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu!”, “İlim Çin’de de olsa alınız.”, “Her bilenin üstünde bir bilen vardır.” düsturlarını vermesine, hepsinden önce de Yüce Allah’ın ilk emrinin “Oku” olmasına, Kur’an-ı Kerim’de kafalarımıza vururcasına ve defalarca “Akletmez misiniz?”, “Düşünmez misiniz?” diye sorulmasına, “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, akıl da etmezler.” ve “Ola ki düşünür, ibret alırsınız.” diye ikaz edilmemize rağmen okumayan, okusa da anlamayan, anlamaya gayret etmeyen, araştırmayan, incelemeyen, ilim peşinde koşmayan insanlar değil miyiz? Baştan aşağı bütün İslam Dünyası üretmiyor, hazır yiyor ve sürekli tüketiyor. Türk Milleti olarak ağzımızda bir sakız var ve çiğneyip duruyoruz: “En iyisi biziz!..”
Evet, görünüşe göre İslam ülkeleri arasında en iyi durumda olan biziz ama dünyaya sunduğumuz bir markamız, genel kabul gören bir icadımız yok. Kontrolsüz ve düzensiz şehirleşme, sosyal yapıyı bozdu. Çevre duyarlılığı ve temizliği konusunda yediden yetmişe bütün vatandaşlarımız ve devlet kurumlarımızın, hatta bu konuda davranış değişikliği oluşturması gereken okullarımızın bile notu sıfır…
…Bu anlattıklarımız işin sosyal, kültürel ve ekonomik boyutlarıyla ilgili. Ya din ve inanç dünyamız? Lafa geldiği zaman “%99’u Müslüman olan Türkiye” diye ahkâm kesmek kolay ama bu yüzde 99’un yüzde 95’inin İslamiyet’i bilerek, anlayarak, özümseyerek değil de geleneksel ve alışkanlık olarak yaşadığını söylemek pek de abartılı olmaz…
…Ecdadımız bir zamanlar Hristiyan ve Yahudilerin mağdurlarına kucak açarken şimdi İslam dünyasının mağdurları başka diyarlara sığınabilmek için genç ihtiyar, çoluk çocuk, aç susuz yollara düşüyor, denizlerde boğuluyor.
Evet, her şeye rağmen “En iyisi biziz.” ama çare bulup çözüm üretebiliyor muyuz? Bunu yapabiliyorsak nereye kadar? Ağzımızda, “En iyisi biziz”den başka birkaç sakız daha var ve onları da çiğneyip duruyoruz: “Dış güçler”, “Siyonistler”, “Küfür ehli”, “Vahşi Amerika”, “Katil Avrupa” vs. İyi de kardeşim, onların “fıtratları” bu. Kaba tabiri ile “İt itliğini, puşt puştluğunu” yapacak da sen ne güne duruyorsun? Bu sakızları çiğneyip işin içinden çıkmak, bizi tembelliğe itmekten, oturup ağlamaktan ve derdimize yanmaktan başka ne işe yarıyor ki?
Yahudilerin Kudüs’teki “Ağlama Duvarı” önünde duvara vurarak ağlayıp sızlamalarını komik buluyoruz ama ne yazık ki İslam âlemi ve bu âlemin hemen her ferdi kendi ağlama duvarını yanında taşıyor. Oysa üretmeden tüketip ağlayıp sızlanarak gözyaşı dökmenin hiçbir faydası yoktur ve olmayacaktır. Nitekim yıllardan beri, “Dış güçler, Siyonistler, Küfür ehli, Vahşi Amerika, Katil Avrupa vs.” diye sızlanmamız dert üstüne dert katmaktan başka hiçbir işe yaramadı.
Kudüs’ün ve Ortadoğu coğrafyasının elimizden çıktığı dönemlerde 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın yaveri olarak bölgede bulunan ünlü yazar Falih Rıfkı Atay, o günleri anlattığı “Zeytindağı” isimli eserinde bu durumu çok güzel ifade ediyor: “Gözyaşının hiçbir faydası olmadığını anlamak için, Yahudilerin Kudüs’te yüzlerce yıldan beri her cumartesi günü başlarını dayayıp ağladıkları taşı ziyaret ediniz: Yüzlerce yıllık gözyaşı, bu ağlama duvarını bir santim aşındırmamıştır.”
Buna rağmen biz hem Yahudilerin ağlama duvarı seremonilerini tuhaf buluyor hem de kendi ağlama duvarlarımızı her daim yanımızda taşıyarak ağlıyor, ağlıyoruz. Mescid-i Aksa’nın kıble tarafında onlar kendi ayinlerini yapıyor, ilahiler okuyor, hatta eğlenip şarkılar söylüyorlar ve Ağlama Duvarı önünde dertlerini dile getirip içlerini boşaltıyorlar. Orada o sahne yaşanırken ve Mescid-i Aksa’nın içinde beş vakit namaz kılınırken bile Mihrap’la Minber arasında, İmam’ın hemen bir metre yakınında Yahudi askeri kendisine tahsis edilen koltukta bacak bacak üstüne atıp cemaati kolaçan ediyor. (2016’da bizzat şahit olmuştum) Keza El Halil kentindeki Halil’ür-Rahman Mescidi’ne asker kontrolünde izinle ve birkaç turnikeden geçilerek girilebiliyor. Bu ağlanası hâller haklı olarak bize Kahramanmaraşlı Sütçü İmam’ı hatırlatıyor ve ruhuna Fatihalar gönderiyoruz. O, “İşgal altındaki bir beldede Cuma namazı kılınmaz!” diye feveran ederek Maraş’ın işgalden kurtarılıp “kahraman” olması yolunda ilk kıvılcımı çakmıştı. Biz ise, işgal altındaki Hazreti Ömer, Selahaddin Eyyubi ve Yavuz Sultan Selim yadigârı Kudüs’ü ve hiç değilse Mescid-i Aksa’yı hürriyetine kavuşturacak politikalar geliştirmek yerine İsrail’in minnetine sığınıp “Bizleri buraya tekrar tekrar gelmeyi nasip et.” diyen hocaların dualarına “Âmin” demekle yetiniyoruz. Kısacası hep ağlıyor, ağlıyoruz. Çünkü Müslümanların taştan, topraktan yapılan sabit bir Ağlama Duvarı’na ihtiyaçları yok; her Müslüman fert ağlama duvarını yanında taşıyor ve her fırsatta ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor…
Filistin’i, Kudüs’ü; Mescid-i Aksa’nın, Halil’ür-Rahman’ın o esaret altındaki durumlarını, hür ve müstakil birer devlet görünümünde olmalarına rağmen Ürdün’le Suudi Arabistan’ın İngiltere ve Amerika kontrolünde olduklarını yakından müşahede ettikten sonra medarı iftiharımız olan Osmanlı’ya sitem etmeden geçemedim, geçemiyorum. Osmanlı sözde 400 yıl oralara hükmetmiş ama Balkanlarda uyguladığı politikaları Ortadoğu ve Hicaz bölgelerinde de tatbik etmediği için yalnızca bekçilik yapıp mescit, su kemeri gibi bazı sosyal hizmetler vermekten öte bir iz bırakmamış. 1917’den itibaren bölgede etkili olmaya başlayan İngiltere ise kısa sürede sistemini kurup herkese İngilizce öğretmiş de biz 400 senede hiçbir yerliye Türkçe öğretememişiz. Ben şahsen, dört gün kaldığım Filistin’de genç, yaşlı, esnaf olsun bir kelime bile Türkçe konuşana rastlamadım. Oysa küçücük çocuklardan ihtiyarlara kadar herkes İngilizce konuşabiliyor…
…Yıllardan beri Ortadoğu’da yaşananlar; Irak, Suriye, Mısır ve Libya’nın düştüğü/düşürüldüğü durumlar ve Türkiye olarak bu konuda ancak iş işten geçtikten sonra uyanmaya başlamamız kâr etmiyor. Bütün İslam âleminin ve tabii ki öncelikle bizim öngörülü, ferasetli olup akılcı politikalar üretmemiz gerekiyor. Tabii ki iş yalnız politika üretme ile de kalmıyor; topyekûn uykudan uyanarak öncelikle yanı başımızdan hiç ayırmadığımız “ağlama duvarımızı” yıkıp atmak zorundayız. Ardından da teknoloji alanında atacağımız hızlı ve kararlı adımlarla tarımda, sanayide üretip hurafelerden arınarak bilim yoluyla geleceğimizi kurtarmak zorundayız.”
Filistin ve benzeri meselelerde hassas olanlar bilmelidirler ki bu işin Hac/Umre ihramları ile meydanlara çıkıp “Kefenlerimizi giydik”, “Mehmetçik Filistin’e” ya da “Kahrol düşman” demekle çözüme kavuşması mümkün değil. Yıllardan beri dualar ediliyor, lanetler okunuyor ama yine hüsran, yine hüsran. Çünkü duaların kabulü için de kullara gayret, İslam ülkelerini yönetenlere feraset gerekiyor. Değilse haşa ve haşa Allah’ın Müslümanlara bir garezi, kini olamaz ki böyle hüsran içinde bıraksın!
İçimizdeki ağlama duvarlarını yıkıp atamadıktan sonra ne desek boş. Böyle giderse ve ömür vefa ederse daha çok ağlar ve kim bilir üç yıl, beş yıl, on yıl sonra yine benzer yazıları yazmak zorunda kalırız!