Israrla ifade ederim (ki www.habererk.com vasıtasıyla yazmışımdır) biz şehirlerimizi katlettik ve kaybettik. İstanbul, Ankara, İzmir; diğerleri... Çoktan cenaze namazları kılınmış kayıp hazinelerimiz artık... Bilirsiniz: şehir; kültür, estetik, tarih ve şuur demektir. Orada bir gelenek akar; evleri, hanları, sokakları ve meydanları ile kadim yaşayışın izlerini görür, sürersiniz; ama şehirlerimizi betona gömerek, maşallah el birliğiyle yok ettik, aferin! Ya kentleşme; onu hiç beceremedik. “Kentleşme” yani bir anlamıyla modernleşme dediğimiz olgunun alın bakın durumuna; mesela İstanbul’un haline... Avcılar sahilinde mangal ziyafeti, Türkçe’den çok Arapça’nın konuşulduğu mıntıkalar, çöp kokan ve kaldırım taşlarının renginin dahi değiştiği sokaklar; çarpık çurpuk ahvaliyle ulaşımı, yerleşimi, yaşaması bin dert, milyonluk kentler. Yani “vatan” deriz, “bayrak”, “din”, “millet”... Her şeyi deriz de bunları gözümüze mertek dayasalar görmeyiz!
Şehir ve kent iki ayrı mevhum ve tasarımdır. Klasik olan ile modernite arasında beliren ayrımdan bahsediyorum ki Max Weber, bu ayrımı Batı’ya göre yapar. Biz ise ikisinin arasında kaldık; ne deve ne kuş misali... Şehirler bir ülkenin kimliğini aksettirir; eğer şehirleri kaybederseniz kimliğinizin kökünü de kaybetmiş olursunuz. İşte başımızdaki en büyük tehlike de budur. Kimliğimizi kaybederek modern dünyaya adım atmaya çalışmaktayız ve bu yüzden sayısız acayiplikler, amorf durumlar karşımıza çıkıyor. El-hasıl bizde kentler uyumsuzluğun, ahenksizliğin, kaos ve stresin mefhum muhalifinde azmanlaşarak heyula gibi karşımızda duruyor. Yok ettiklerimizle beraber yok oluyoruz da farkında değiliz; yazık ve üzücü...
Yola çöp atmak, kaldırıma araç park etmek; nerede göreceğiniz iş ola?!. Hangi ülkede rastlarsınız mahalle parkında kestiği kurbanın etlerini üleştiren (kesim alanları olduğu halde) sonra oradaki yeşil alanın üzerine serilip, taze kurban eti ile cız-bız yapan da kimdir? Pandemi dönemi belediye otobüsünde “maskenizi takın” diye uyarılan; ama uyarıldığı için sinkaf eden hangi ülkenin vatandaşıdır?
Kayseri Zümrüt Mahallesi’nde otururum ki karşımda koskoca Kadir Has Kongre ve Spor kompleksi vardır. Modern bir tesis, yanında kültür park. Yüksek (15-16 katlı) binaların bulunduğu, milyonluk evlerin mahalli... O mahallede çöp konteynırlarına atılan kurban atıklarının kokusu 15 günde zor geçmişti vallahi! Varın siz düşünün; nasıl kentliyiz, nasıl şehirliyiz; arasında ayrım var mı yok mu; ama her mahallede ikişer caminin olduğu bu memlekette varın siz düşünün.
Size bir fotoğraf payaşmak istiyorum. Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Memduh Büyükkılıç, kütüphane aşığı bir belediye başkanı. Kentin neredeyse her semtine kütüphane açmış. Kayseri olabildiğine düzenli, derli toplu bir kent suretine epeydir sahip zaten. 200 binin üzerinde katalog hacmi ile sanırım belediyeler arasında bu işi (kütüphane hizmetini) en iyi beceren Kayseri ve Memduh Başkandır. Kütüphanede çay ve çorba ikramı, ücretsiz bilgisayar ve yazıcı kullanımı; harika!.. Buraya kadar ne diyelim?
Dün (eskiden) köy sayılan, bugün modern bir kente dönüşmüş Erkilet’te de bir kütüphane bulunuyor. Bugün kütüphanenin ön tarafında fotoğraflar çektim. Banklarla teşkil, üstü kapatılan bir dinlenme alanı var, fotoğraflar oraya ait. Ziyaretçiler dışarı çıktığında oturuyor; sohbet, çay sigara faslı yapıyorlar, normaldir. Hani çöp kutuları da var, yok değil, ben dört tane saydım. Var olmasına var da sigara izmaritleri nerde? Ben anlatmayım, “paylaştığım iki fotoğrafa dikkatli bakın, yeter” derim.
Ülkeyi sevmek nasıl bir eylemdir? Kendinize, çevrenize saygının anlamı nedir? Sorumluluk, yaşam alanının sahiplenmeden kast olan?... Alın bu iki fotoğrafta aksi sedayı görün ve cavaplar verin. Bir kütüphane, önünde dinlenme alanı ve çöp, izmarit meydanına dönüştürdüğümüz mekan algımız, mekan yaşayışımız. Evet, bir şeyler fena ters gidiyor. Eksik bıraktığımız, anlayamadığımız, eğitemediğimiz yönlerimizle fena gidiyoruz.
Bakın izmir’e!..
İzmir’de olanı düşünün, aklınız alıyor mu? O görüntüleri seyrettim ve “ülkemde insan hayatı bu radde ucuzdur” derken içim acıyor. İki vatandaşımızın böyle ölümü nasıl izah edilecek? Uzaya astronot gönderdik, SİHA yaptık, TOGG yaptık; köprüler, yollar yaptık... Kentlerde ölüyoruz! Deprem öldürüyor, trafik öldürüyor, altyapı öldürüyor; ölmeye devam ediyoruz. İyi de sorumlu kim? Belediye, elektirk dağıtım şirketi... Kim? Bu sorunların altından kalkamamak hepimizin ayıbıdır. 21. yüzyıl Türkiye’sine bu ayıplar yetmiyor mu artık!..
Neye üzülüyorum biliyor musun kıymetli okur; bu ülkede yaşam sevincinin ve umudunun giderek körelmesine... Çekilmez hale getiren dış güçler değil, Haçlı zihniyeti değil; bizim zihniyetimiz. Milyonlarca insanımızı “kent” dediğimiz ucube yerlere doluşturduk ve altından kalkamıyoruz. Ne altyapı yetiyor, ne hizmet kalitemiz. Demek ki işimizde, işlerimizde nitelik, kontrol sorunu var. Ölen öldü “hay” mı diyelim; giden gitti nasılsa unuturuz.
2015 yılıydı... Körfez köprüsünde çalışan Türk ve Japon işçilerle beraber bir teknede İzmit’ten Yalova/Altınova istikametine geçiyorduk. Bizim işçiler cigaraları yakmış halde aralarında ve Japonlarla şakalaşıyordu ki hoş. Bu arada cigarası biten, izmariti körfez suyuna fiskeliyordu... Japon bir işçiye baktım, gözüm denk geldi; adam cigarasını söndürdü ve belinde kütüklük gibi taşıdığı şeyin içine o izmariti koydu; körfeze atmadı; iyi mi? Allahsız Japon!
Serapa değişmemiz lazım; kafaca değişmek