Klasik Osmanlı sisteminde toplum ikiye ayrılırdı: Halk (Reaya) ve yönetenler. Yönetenler nüfusun %1 kadarını oluştururdu. Avrupa’da muadil oran, ortalama %5’ti. Yönetenler tanımına askerler ve memurlar da dahildir. Mehmet Genç Hoca’nın tespitine göre, üst düzey bürokrat sayısı, Kanuni zamanında 500 kişinin altında, 1800’lerdeyse 1500 civarındaydı. Giderlerinin az olması halktan az vergi alınmasına imkan sağlıyordu. Zaten devletin gayesi, harcamalarını minimize ederek halktan alabileceği minimum vergiyi almaktı. Fethedilen yerlerin vergi defterleri incelenir, fetihten önce alınan verginin olabildiğince altında vergi talep edilirdi. O tarihlerde yaygın olan angarya (Köylüler ödedikleri vergi dışında, feodal bey yararına, bedensel olarak ta çalışırlardı.) ve serflik (Ekip, biçtikleri toprakla beraber alınıp satılan köylülere serf deniyordu.) hemen lağvedilirdi.
Osmanlı, fethettiğinde Balkanlarda serflik ve angarya vardı. Bunların kaldırılması ve verginin düşürülmesi, doğal olarak halkın, Osmanlıyı kolay benimsemesine yol açtı. Nicolas Economides, Selanik için yaptığı çalışmada uygulanan vergi politikasını detaylı olarak açıklıyor: Selanik, 1392 yılında, Yıldırım Bayezid tarafından fethedildiğinde angarya ve serflik kaldırılır ve vergiler %50 nispetinde düşürülür. Ankara Savaşından sonra, Selanik Osmanlının elinden çıkar, yeniden Bizans toprağı olur. Bizans, halkın tepki göstermesi yüzünden, vergi oranını arttıramaz. Angarya koyamaz. 1430 yılında, 2.Murat Selanik’i yeniden aldıktan sonra, vergi oranını biraz daha düşürür. Ele geçirilen topraklar İslam devletinden alınmışsa, angarya ve serflik zaten olmazdı ve vergi oranı düşük olurdu. Buna rağmen vergi oranı daha da düşürülürdü ki halk, Osmanlı idaresini kolaylıkla benimsesin.
Osmanlı güvenliği ve inanç hürriyetini sağlar, insanların hayat tarzlarına karışmazdı. Köleliğin marjinalleşmesi, Osmanlının önceliğiydi. Doğu Avrupa ve Balkan krallıkları, birbirlerinin insanlarını baskınlarla tutsak eder, en büyük köle pazarının olduğu Girit’te satarlardı. 1350 yılından itibaren Girit’e gelen köle sayısı hızla düştü. Bunun nedenini araştıran tarihçiler, Osmanlının fethettiği yerlerden köle gelmezken, henüz Osmanlı kontrolüne geçmeyen yörelerden aynı miktarda köle gelmeye devam ettiğini fark ettiler. İngilizce de köle anlamına gelen ‘’slave’’ kelimesi, Slav’dan gelmektedir. O tarihlerde henüz Afrika sömürgeleştirilmediğinden Avrupalılar, Slavları köleleştiriyordu.
Halk muhtelif gruplara ayrılırdı. Uygulanan politikaların amacı, gruplar arasında gelir farkı olmamasıydı. Ayrıca aynı grubu oluşturan insanların arasında da fark minimum düzeyde olmalıydı. Osmanlı hem halkın refah içinde yaşamasını isterdi hem de eşitlikçiydi. Yani zenginleşmeye karşıydı. Birileri zenginleşirse, daha kalabalık kesimler fakirleşirdi. Halkı oluşturan gruplardan birisi çiftçilerdi. Osmanlıda miri rejim vardı. Yani toprak kamuya aitti. Devlet, çiftçilere rahat yaşayabilecekleri ama zenginleşemeyecekleri kadar tarla tahsis ederdi. Çiftçinin tarlayı satma hakkı, devletin çiftçi işlediği sürece, tarlayı geri alma hakkı yoktu.
Bu sistem sayesinde tarlaların alınıp satılması, dolayısıyla toprak ağalığının oluşması engelleniyordu. Çiftçi öldüğünde, tarla oğluna, oğlu yoksa kızına kalırdı. Birden çok oğlu varsa ve hepsi çiftçi olmak istiyorsa, büyük çocuğa babasının tarlası, diğerlerine müsait olan başka tarlalar tahsis edilirdi. Toprağın verimliliğine göre tahsis edilen tarlalar farklı büyüklükte olabilirdi. Ama çiftçiler arasında ciddi gelir farkı olmasına izin verilmezdi. Hasat kendisine ait olduğundan ve miras olarak bırakabildiğinden çiftçi tarlasını sahiplenir, elinden gelenin en iyisini
yapardı.
Halkı oluşturan gruplardan biri de esnaflardı. Esnaflar, loncaya bağlı olurdu. Lonca, bulunduğu şehirde, hangi esnaftan kaç tane olacağına ve çalışılacak kar marjına karar verirdi. Kar marjı sektöre göre değişmekle beraber %5-10 aralığında olurdu. Mesela Nevşehir’de altı fırın varsa ve kar marjı %7 ise, bunlar sabitti. Ancak nüfus artarsa, fırın sayısı ya da fırın başına üretilen ekmek sayısı artabilirdi. Nevşehir de on iki bin ekmek tüketiliyorsa her fırın ikişer bin ekmek üretebilirdi. Fırıncı zam veya indirim yapamazdı. Aynı şehirlerdeki esnafların yanında aynı sayılarda kalfa ve çırak olurdu. Kalfalar kıdemlerine göre listelenir, esnaf ölünce en kıdemli kalfa, usta olurdu. Genelde evlatlar ustanın yanında çalışır, çırak ve kalfa olurlardı.
Metropollerde loncalar daha parçalı olurdu. Mesela Niğde’de İplikçi ve Kumaşçı loncaları varken İstanbul da Pamukçu, İplikçi, Dokumacı, Kumaşçı, Basmacı, Abacı ve Manifaturacı loncaları vardı. Esnaf işini ileriye yahut geriye doğru geliştiremezdi. Yani dokumacı sadece dokumacılık yapardı, iplikçilik veya manifaturacılık ta yapayım diyemezdi. Sistem herkesin kazancının benzer olması ve hiç kimsenin zenginleşmemesi üzerine kuruluydu.
Reayayı oluşturan diğer bir grup tüccarlardı. Tüccar, faaliyet gösterdiği sektöre göre %2 ile %4 arasında marjla çalışırdı. Perakendecinin marjı %2-3, üreticinin ise %10 civarındaydı. Fiyatlar ve miktarlar öyle düzenlenirdi ki, farklı loncalara bağlı esnaflar benzer gelirler kazanırlar, aynı bölgedeki çiftçilerin, tüccarların ve esnafların gelirleri de birbirlerine yakın olurdu.
Osmanlıda tımar sistemi vardı. Tımar sistemi; vergi toplama, asker yetiştirme ve güvenlik işlevlerinin, aynı kişiye özelleştirilmesi üzerine kurulmuştu. Her mıntıka bir tımar beyine verilir, karşılığında anlaşılan miktarda tımarlı sipahiyi, silahlı olarak hazır tutmasını istenirdi. Tımarlı sipahiler, barışta bölgenin güvenliğinden sorumlu olurlar, sefer kararı alındığında, orduya iştirak ederlerdi. Tımar beyi, hasadın belirlenmiş yüzdesini vergi olarak aldığından, çiftçiyi ezmez, ezemez, tam tersine destek verirdi. Köylü ile tımar sahibi arasında menfaat birliği vardı. Hasat yüksek olunca, herkes daha fazla kar ederdi. Tımar beyi kendi mıntıkasındaki tarlaların zamanında ekilmesine, biçilmesine ve gübrelenmesine özen gösterirdi ki, rekolte maksimum hacimde olsun.