Herkes hak ettiğini yaşar. Şikâyet ettiğimiz her şey kendi eserimizdir. Böyle istedik böyle oldu, başka türlü isteseydik başka olurdu. Onun için önce kendimizle hesaplaşmalıyız. Dindarlığımız, milliyetçiliğimiz güce ulaşıncaya kadar, gücü ele geçirdiğimiz an her şey bitiyor, darmadağın oluyoruz.

Biten biziz aslında. Gördüklerini, yaşadıklarını anlamlandıramayan bir toplum kendi sonunu hazırlar. Bu kriz sadece ekonomik bir kriz değil, bu aynı zamanda bir ahlak, idrak ve basiret krizidir.

Siyaseti, siyasetçiyi değerlendirirken tek kriterimiz ağzının ne kadar laf yaptığı… Biraz iyi bağırıyor, sağa sola yumruk sallıyorsa aradığımızı bulduğumuzu sanıyoruz.
İslam “ emanetin ehline verilmesini” ister. Ehliyet, emanet edilen işi en iyi yapabilmeyi ifade eder. Yani her işin en iyi yapabilenini bulacak görevlendireceksiniz.

Geçen gün bir milletvekiline anlatırken şimdi emekli olmuş üst düzey bir bürokratı dinledim, şöyle anlatıyordu: “Görevde olduğum dönemde mülakat yaparken imanın şartlarını sorup, bileni işe alıyordum” diyordu. Bu tavrıyla “ davaya” ne kadar büyük hizmetler ettiğini anlatmaya çalışıyordu. Bu kafa ile bir ülke problemlerini çözebilir mi? İnsanlarımız dinini öğrensin, yaşasın, icaplarına göre hareket etsin! Buna kim ne diyebilir. Ama İslam’ın ehliyette aradığı bu mudur yani? Buysa, işinin uzmanı olanları bir kenara atıp, dini en çok bilenleri devlette istihdam edelim. Bütün memleket imanın şartlarını bilince sorunlarımız bitecek mi?

Dindar bir toplum olmak veya oluşturmak ayrıdır, ülkeyi kalkındırmak ayrıdır. Her iş ayrı bir uzmanlık ve bilgi ister. Aklını kullanamayan bir toplum ahlaklı fakirler, dindar cahiller üretir. Üstelik akılsızlık dindarlık değildir. Kuran’da “Aklını kullanmayanları Allah’ın pisliğe mahkûm edeceği” ifade edilir. ( Yunus/100) Pislik her türlü yozluğu, çürümüşlüğü içine alır.

Aklı kullanmamak sefalete, kötü yönetime, geriliğe davetiye çıkarmaktır. Dünya uzayın fethine çıkarken biz yıllarca diş dolgusunu, tuvalete hangi ayakla gireceğimizi, tırnaklarımızı nasıl keseceğimizi, mikrofonla ezan okunup okunmayacağını, sigorta yapmanın meşruiyetini tartıştık.

Bunlarla dindar olacağımızı sandık. Neticede ne dindar olabildik ne gelişmiş bir toplum olabildik. Ahlak bu gibi konulardaki davranışlarda değil, insanlarla münasebetlerimizde ortaya çıkar. Ehil olanı seçmek de dindarlığın bir gereğidir. Bunu yapmıyorsanız tıpkı namazı orucu terk etmek gibi dini bir vecibeyi terk etmiş olursunuz. Üstelik bu terk, zararı topluma olan dolayısıyla vebali daha büyük bir terktir.

Aklı bıraktığımızdan beri fasit bir daire içinde debelenip duruyoruz. Böyle davranmakta ısrar edersek bugünleri bile arar hale geliriz.

İdeolojik particilik, ideolojik siyaset de bir nevi aklı zincire vurmaktır. İdeolojiler hayattan beslenmek yerine hayata hazır reçetelerle hükmetmeye çalışır. Bu da gerçeklikten kopmaktır. Gerçeğe dayanmayan bir siyasetin hayata söyleyeceği veya vereceği bir şey olmaz!

SİNAN ATEŞ DAVASI

Sinan Ateş davasında, savcılık mütalaası ile sona gelindi.

Bu çapta bir davada iki duruşmada sona gelinmesi alışıldık bir durum değil. Mahkemenin görevi olayı tüm yönleri ile aydınlatmaktır. Bu acelecilik ve mahkeme başkanının olayın arka planını aydınlatmaya yarayacak sorulara izin vermemesi, çıkacak her türlü sonucu şimdiden tartışılır hale getiriyor.

Mahkemelerin görevi örtmek, perdelemek değil, didiklemek, hiçbir ayrıntıyı atlamamaktır. Bu tip olaylar tetikçileri cezalandırmakla değil, azmettiricileri cezalandırmakla nihayet bulur. Gidişat, böyle bir sonucun olmayacağını gösteriyor. Mahkemenin, cinayetin arka planına ışık tutmaya yönelik sorulara cevaz vermemeye devam etmesi halinde katılan avukatlarının davayı takip etmesinin anlamı kalmayacağından bu tiyatronun parçası olmamak için mahkemeyi terk etmesi gerekir.

Adalet tecelli etmeyecekse o salonda olmanın anlamı yoktur!