Geri kalmışlık sorunu, -kabuğunu kıramayan- bir çok ülkenin en temel meselelerinden birini teşkil ediyor. Bazı ülkeler gelişmişken, bazıları niçin gelişemedi? Bazıları ileri demokrasiye geçerken, diğer bazıları niçin geçemedi? Bu ve benzeri sorulara her ülke kendi dinamiklerinden hareketle cevaplar vermeye çalışmıştır.
Aynı sorun Osmanlı'da da bir çok tartışmaya konu olmuş, farklı zamanlarda farklı padişahlara layihalar sunulmuştur.
Ama bu layihaların bir çoğunda, israf, yolsuzluk, rüşvet gibi sebepler öne sürülerek daha çok mesele ahlaki zaaflarla irtibatlandırılarak izah edilmeye çalışılmıştır. Devlet çarkının bozulması, ehliyetsiz insanların iş başına getirilmesi de geri kalmanın diğer sebepleri olarak sayılmıştır.
Bugün gelişen ülkelere bakıldığında gelişmişlikle geri kalmışlığı din veya ahlakla ilişkilendirmenin mümkün olmadığı görülmektedir. Her dinden geri kalmış ülkeler olabileceği gibi her dinden gelişmiş ülkeler de vardır.
Daron Acemoğlu ile J.A.Robinson'un birlikte kaleme aldıkları Ulusların Düşüşü isimli kitapta her iki yazar bu konuya eğilmişlerdir. Gelişmiş ülkelerle, geri kalmış ülkeleri teşrih masasına yatıran yazarlar sanılanın aksine ekonomik gelişme ile din veya cehaletin bir ilgisi olmadığını, başarı veya başarısızlıkları kurumların belirlediğini ifade etmişlerdir.Onlara göre, gelişmiş ülkelerin ortak noktaları:
-Siyasal bir merkeziyetin varlığı, zira merkezi ve etkin bir yönetim olmadan hiç bir programı uygulamaya koymak mümkün değildir.
-Kapsayıcı siyasal kurumlar,
-Kapsayıcı ekonomik kurumlardır.
Gelişmiş siyasi kurumlardan kasıt,siyasetin herkese açık olması, eşit şartlarda rekabetin bulunması ve iktidarda olanların devlet gücünü bir partinin, grubun, etnisite veya ideolojik yapılanmanın emrine vermeyip tüm toplumun emrine vermeleridir. Bu aynı zamanda demokratik, katılımcı bir yönetim anlamına gelmektedir.
Kapsayıcı ekonomik kurumlardan anlaşılması gereken, ekonomi ile ilgili kurumların teşviklerden, devlet imkanlarından her müteşebbisi yararlandırmaları, belli grupları kollayıp diğer bazılarının önünü tıkamamalarıdır. Daha somut bir ifadeyle, kredilerin herkese açık olması, faiz oranlarının herkes için aynı düzeyde tutulması, devlet ihalelerinde ayrımcılık yapılmaması, vergilerde adaletin sağlanmasıdır. Bir ülkede bazıları kolayca kredi buluyor, bazıları bulamıyorsa, ihaleler hep aynı firmalara veriliyorsa, vergi indirimleri ve teşviklerde bazılarına öncelik tanınıyor, bazıları bu imkanlara hiç erişemiyorsa orada kapsayıcı ekonomik kurumların varlığından söz edilemez.Tespitlerini ABD örneği ile temellendiren yazarlar: Birleşik devletlerde bu kurumların müteşebbislerin önündeki engelleri kaldırarak kolayca şirket kurmalarını sağladığını, projelerin finansmanını mümkün kıldığını, girişimcilerin rüya projelerini hayata geçirebileceklerine olan inancı artırdığını, kurumların oluşturduğu hukukun üstünlüğüne güven duygusunu pekiştirdiğini , her şeyden önce siyasi kurumların istikrar ve sürekliliği yüzünden bir gün bir diktatörün iktidara gelip oyunun kurallarını değiştirmeyeceğine, varlıklarına el koymayacağına inandıklarını, netice olarak ABD'deki ekonomik büyümenin bu sayede gerçekleştiğini, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkelerin de aynı yoldan refaha eriştiğini belirtirler.
Bu anlatımlardan anlaşılacağı gibi geri kalmış ülkeler ise bu kurumların tam tersine sahip olan ülkelerdir. Şöyle ki,
-Ya siyasal bir merkeziyet yoktur, yahut mutlakiyetçi, otoriter yönetimler vardır.
-Kapsayıcı siyasal kurumların yerini sömürücü siyasal kurumlar almıştır.
-Ekonomi ile kurumlar da kapsayıcı değil sömürücüdür.
Aslında bu son iki madde mutlakiyetçi, otoriter, demokrasi dışı yönetimlerin bir sonucudur. Bu tip yönetimler devlet imkanlarını belli grupların emrine vermekte, siyasi gücü toplumsal çıkarlar için değil, siyasi iktidarın etrafında toplananlar için kullanmaktadırlar. Bu tip yönetimler statükocu oldukları için her değişim ve alt üst oluşta siyasal iktidarın da değişeceği korkusu ile Acemoğlu ve Robinson'un ifadesiyle yaratıcı yıkıma karşıdırlar. Yaratıcı yıkım, her büyük teknolojik hamlenin eski teknolojileri yok ederek yerine yeni teknolojiler ve yeni bir müteşebbisler, iş adamları sınıfını öne çıkarması ve siyaseti değişime zorlamasıdır.
Yazarlar, çok az değinmelerine rağmen Osmanlı'nın gerilemesini de mutlakiyetçi yönetim, devlet imkanlarından sadece küçük bir grubun yararlanması ve eski ekonomi biçimlerini yıkan yaratıcı yıkıma(yeniliklere) karşı olmalarına bağlamışlardır. Batı'da 1460'da faaliyete geçen ilk matbaanın bundan tam 269 yıl sonra Osmanlı topraklarında faaliyete geçmesini örnek gösteren yazarlar, 1729'dan 1797 yılına kadar bir nevi sansür yüzünden, toplam 24 kitap basılabildiğini, sonunda Müteferrika ailesinin pes ederek işi bıraktığını belirtirler.
Kitapta onlarca ülkenin ekonomik durumu masaya yatırılmışken, Türkiye'den hiç bahsedilmemiştir. Ancak yazarların hipotezinden yola çıkarak mevcut durumu otoriter yönetim, sömürücü ekonomik ve siyasi kurumlara bağlamak mümkündür.