Güzel yurdum Türkiyem 30 Ekim 2020 günü öğle saatlerinde bir felaket daha yaşadı. “Bir felaket” daha diyorum, çünkü başımızdan dert, ülkemizden felaket eksik olmuyor. Rahmetli Karakoç’un “Ellerin yurdunda çiçek açarken bizim ile kar geliyor gardaşım” dediği, o halk türkümüzde “Kara bahtım kem talihim, taşa bassam iz olur/Ağustos’ta suya girsem balta kesmez buz olur” diye ifade edildiği gibi yaz, kış, gün, ay, saat fark etmeden; ne zaman nereden, nasıl geleceği belli olmayan felaketler zinciri peşimizi bırakmıyor. Terör, yangın, sel, ihmaller zinciri, beceriksizlikler, ihanetler, dış güçler, siyasi çekişmeler, inatlaşmalar ve ille de deprem…

Deprem bu defa güzel yurdumuzun incilerinden İzmir’i vurdu. Depremin merkezi İzmir’den yetmiş kilometre uzakta, o çevrede hasar yok denecek kadar az ama asıl yıkım İzmir’in içinde! Olacak iş değil ama oluyor işte; dedik ya, ihmaller zinciri! Bir deltaya, ovalık yerlere, dere yataklarına evler yapılıp gökdelenler dikilirse, usulüne uygun yapılmazsa, denetim boşlukları varsa ve yapanda, yaptıranda ahlak zafiyetleri oluşmuşsa son nokta işte budur: Yıkım! Yıkım ve giden canlar, çöpe atılan milyarlar!

İşin garibi de olandan hiç ama hiç ders almadan daha sonra olacakları bekleyip aynı sahneleri ve hatta daha kötülerini bir daha, bir daha yaşamak… 25 yıl kadar önce yaşanan felaketler üzerine bir şiir yazmıştım. Felaketleri sıralayıp sebep olanlardan, tedbir almayanlardan hesap sorulmasını istediğim şiirimde, depremler ve sel felaketleri ile ilgili olarak şu mısralara yer vermişim:

Bir sarsıntı olur yıkılır her yer/Coşarsa şu seller kurtulmaz bir yer/İnler, ağlar, sızlar halkımız yer yer/Depreme ve sele çare bulunmaz!

Çare bulamadık, bulamıyoruz. Geçen yıl Trabzon ve çevresinde meydana gelen sel felaketi, ondan önceki yıllarda yine Artvin’de, Giresun’da, Zonguldak çevresinde, Bartın’da olanlar ve zaman zaman yurdumuzu doğudan, batıdan, Marmara’dan, Ege’den, Akdeniz’den yoklayan depremler… Aslında hepsi birer ikaz ve “Tedbir alın, böyle şehirleşme, böyle yapılaşma olmaz, böyle binalar yapılmaz; aklınızı başınıza alın” diye yükselen haykırışlar ama ortada laf ebeliğinden başka bir şey yok. Bunca ilim adamımız var ve aslında yapılması, olması gereken her şeyi de söylüyorlar ama onları uygulayacak siyasi irade yok. Geçmişte yoktu, halde yok ve bu kafa ile gidersek korkarım ki gelecekte de olmayacak!

İşte TV kayıtları ortada… Her televizyon kanalının mutlaka bir yayın arşivi vardır. Çok eskileri bir kenara bırakalım ve 1999 Marmara depreminin öncesi ve sonrasından başlayarak aradaki başka depremler, Elazığ ve Malatya depremleri, en son da İzmir depremi konusunda konuşulanları hatırlayalım. Türkiye’deki fay hatları, dalları, kolları, tarihten bu yana ne zaman devreye girmiş, ne gibi yıkımlar yapmış, yaklaşık olarak ne zaman harekete geçebilir, şiddeti ne olur/olabilir, ne yapmak lazım hepsi konuşulmuştur, konuşulmaya devam ediliyor ve konuşulacak.

Keşke bir televizyon kanalı bunu iş edinip ekibini görevlendirse de kendi arşivleri ile diğer kanalların arşivlerini taratıp kimlerin ne söylediğinin bir derlemesini yaptırarak yayınlasa! Ayrıca, üniversitelerimizin Sosyoloji, Jeoloji, Deprem Bilimleri, Yer Bilimleri vb. bölümlerindeki hocalar lisans ve doktora öğrencilerine bu konuda tezler verseler de üzerine değerlendirmeler de yapılarak bilimsel bir yayın olarak ortaya konsa…

Bu yapılınca görülecek ve belgelenecektir ki her felaketten sonra bilim adamlarımızdan aynı ya da farklı kişiler ilmi verilere, tecrübelerine ya da tahminlerine dayanarak olanları ve olacakları hemen hemen aynı ifadelerle anlatıp duruyorlar. Keza yine görülecek ve belgelenecektir ki, iktidar ve muhalefetteki siyasiler de önceki yıllardakine benzer ifadelerle “Yıkılanı yapacaklarını”, “Kimseyi aç ve açıkta bırakmayacaklarını” ya da “Zamanında tedbir alınmadığını”, “Felaketin göz göre göre geldiğini” söylemişler, söylemeye devam ediyorlar… Yapılacak olan çalışmada bunlar mutlaka ortaya çıkarılmalıdır.

Çıkarılmalıdır da bu kısır döngü daha ne zamana, hangi yüzyıla kadar devam edecektir? Yollar köprüler yapan, yaptıran, bunları yapıyoruz diye övünen, Karadeniz’le Marmara’yı birleştiren Allah vergisi bir İstanbul Boğazı varken ne getirip götüreceği pek de izah edilemeyen “Kanal İstanbul” projesine enerji harcayan, zaman ve para ayıran siyasi irade deprem gerçeği ile ne zaman yüzleşecek ve ağırlığı oraya verecektir?

Deprem Van’da, Elazığ’da, Malatya’da da olsa İzmir’de de olsa hemen herkes beklenen ve gelecek olan bir İstanbul Depremi’nden söz ediyor, kıyaslamalar yapıyor. Bu konuya akıl yoran uzmanlardan biri, “İstanbul depremi beklendiği gibi olursa Türkiye’nin bağımsızlığı tehlikeye girer” dedi. Dedi mi? Dedi! Neden dedi? İşte gördük ki ülkemizde vuku bulan virüs belasının nerede ise yarısı İstanbul’da. Çünkü biliyoruz ki orada on yedi on sekiz milyon insan yaşıyor. Biliyoruz ki var olan sanayi ve üretim tesislerimizin, fabrikalarımızın çoğu İstanbul’da. Tarihi eserlerimiz, milli ve manevi hazinelerimiz orada kümelenmiş durumda. Kaçak yapılar, kontrolsüz binalar patlamaya hazır birer misket bombası gibi ortada dururken çıkarılan “İmar afları” ile on binlerce kaçak yapı daha ruhsatlandırıldı, yenilerinin yapılmasına imkân verildi. Bütün bunlar yetmezmiş gibi AKP iktidarları devletimizin önemli kuruluşlarının merkezlerini İstanbul’a taşıya taşıya bitiremedi. İstanbul bu yükü nasıl kaldıracak? Bir de “Kanal İstanbul” sevdasıdır tutturuldu. Allah muhafaza, beklenen o deprem gelirse, yıkılacak binalara, yıkıntılar altında kalacak canlara bir de bu saçma kanalın getireceği felaketler zinciri eklenirse halimiz nice olur, İstanbul ne hale gelir, Türkiye ne duruma düşer? Üstelik öyle bir deprem yalnızca İstanbul’la da sınırlı kalmayacak ki! İzmit, Sakarya, Bursa, Yalova hep çevresinde ve bu illerin tamamı Türkiye sanayisinin can damarlarını oluşturuyor. Allah korusun, Allah esirgesin; tedbirsiz davranmayı sürdürürsek, günlük politikalarla, pansuman tedavilerle yaşamaya devam edersek, siyasi çekişmelerden bir türlü kurtulup rantiyeciliğin önüne geçemezsek gelecek nesillerimizin ahını nasıl taşıyacak ve Allah’a nasıl hesap vereceğiz?

Felaket tellalı değilim ama bir vatandaş olarak ikaz etmek görevim. Deprem yalnızca Türkiye’de olmuyor. Üstelik Türkiye’de olanlar depremlerin en şiddetlileri de değil. Önümüzde bir örnek var işte, Japonya… Dünyanın en şiddetli ve en sık depremlerine maruz kalan bu ülkede ne bizdeki gibi yıkımlar oluyor ne de can kayıpları. Oraya gidenler görmüşlerdir ki bazı binaların, otellerin önünde “Deprem anında binanın içine girin” diye ikaz cümlelerinin yazılı olduğu tabelalar vardır. Biz binalardan kaçmaya çalışırken onlar binanın içine giriyorlar. Neden? Çünkü binalarını çalmadan, çırpmadan depremlere dayanıklı olarak yapmışlar, yaptırmışlar, “İmar affı” diye saçma sapan bir uygulamaları yok ve binalarına güveniyorlar. Bizdeki gibi on on beş yılda yüz bilmem kaç kere “İhale Yasası” değiştirmiyorlar.

1999 yılında meydana gelen Marmara Depremi’nden sonra “Geçici” diye çıkarılıp kalıcı hale getirilen ve “Deprem Vergisi” olarak bilinen bir vergi var. Her telefon edişimizde bile bu vergi için ödemede bulunuyoruz. Bunu bir “fon” olarak düşünecek olursak yapılan hesaplamalara göre o fonda en az 70 milyar Türk Lirası’nın toplanmış olacağı söyleniyor. Muhalefet liderleri ve bazı köşe yazarları zaman zaman bunu hatırlatıp soruyorlar: “Bu para nerede?” İktidarda olanlar bugüne kadar net bir cevap vermediler. “Yol yaptırdık, köprü yaptırdık” diyenler oldu, “Utanmadan soruyorsunuz” dendi vs. Oysa devlet idaresi şeffaflık gerektirir. Toplanan paraların ne olduğuna dair kuruşu kuruşuna hesap verilmiyorsa, verilemiyorsa şüyuu vukuundan beter olur ve herkese konuşma hakkı doğar. Türkiye sathında yıkılıp yapılması gereken yüz binlerce binanın olduğu biliniyor. Vatandaş bunun altından kalkamayacağına ve “Deprem vergisi” diye toplanan bir paranın başka amaçlarla kullanılması doğru olmayacağına göre devlet bir an önce gereğini yapmak zorundadır.

İzmir’de 65 saat yıkıntılar altında kaldıktan sonra kurtarıcısının parmağını tutup bırakmayan Elif o hareketi belki hayata tutunmak için yapmıştı ama aslında yetkililerin yakasına yapışıyordu biliyor musunuz? Zamanında tedbir alınsa idi, bir deltaya, bağlık bostanlık alanlara o binalar yapılmasaydı, hadi yapıldı; inşaat usulüne uyulsaydı, çürük olduğu belli olan o binalar için zamanında tedbir alınsaydı 3 yaşındaki Elif bebek o parmağı tutmayacak, 91 saat “Anne, anneciğim” diye ağlayıp sızlayan 4 yaşındaki Aydan bebek annesiz kalmayacak ve kurtarıldıktan sonra doktorundan köfte ve ayran istemeyecekti!

Merkezden 70 kilometre uzakta meydana gelmesine rağmen İzmir’deki evleri yıkan, yüzden fazla can kaybına, binden fazla yaralanmaya ve milyarlarca maddi zarara sebep olan deprem bize ne diyor, sizlere ne mesaj veriyor ey yetkililer? Kaldı ki uzmanlar İzmir’de beklenen asıl büyük depremin bu olmadığını söylüyorlar. “Küçük kıyamet, büyük kıyamet” yakıştırmasından hareket edersek o gün geldiğinde halimiz ne olur?

İzmir’de yaşanan felaket herkesi harekete geçirdi. İktidar, muhalefet, belediyeler, milletimiz adeta seferber oldu. Ancak ön alma, kendinden olmayanları dışlama ve “şov” olarak nitelendirilen davranışlar da gözden kaçmadı. AFAD, Kızılay, UMKE gibi kuruluşlarla, haliyle başta İzmir Belediyesi olmak üzere özellikle diğer Büyük Şehir belediyelerinin İtfaiye teşkilatlarında görev alan uzman kişiler canla başla çalıştılar, hiç şikâyet etmediler. Elif bebeği kucağına alıp çıkaran ve “kahraman” ilan edilen itfaiye onbaşısına o durum sorulduğunda, “Kahraman olan ben değilim, Elif bebek” diyerek duygulanıp gözyaşlarını dökmesi unutulacak gibi değil. Ne mutlu ki öylesine fedakâr insanlarımız var.

Evet, kurtarma çalışmalarında gerçekten başarılı olduğumuz belli. Teknik imkânlar daha geniş olsa belki daha hızlı, daha çabuk sonuç alınabilecek ama usulüne uygun olmayan bu şehirleşme ve yapılaşma ile nereye kadar!

Gözlerden kaçmayan birkaç husus daha var. Depremin şiddeti AFAD tarafından 6.6 olarak açıklanırken bu konudaki en köklü kuruluşumuz olan Kandilli Rasathanesi 6.9 dedi ve her iki kuruluş da güncelleme yoluna gitmedi. Bu konuda asıl rakamın önündeki noktanın sağında bulunan rakamların her artışı çok önemli olduğuna ve ilerisi için yapılacak deprem istatistiklerini yakından ilgilendireceğine göre doğru olan ortaya çıkarılmalı ve yazılım hatasından kaynaklanıyorsa düzeltilmelidir. Dikkat çeken bir diğer husus da, muhalefete yakın televizyon kanalları Kandilli Rasathanesi, Cumhurbaşkanı ve iktidar mensuplarının her konuşmasına otomatik olarak bağlanan kanalların ise AFAD verisini dikkate almaları idi. Deprem İzmir’de olmasına ve doğrudan İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin söyleyecek sözü olmasına rağmen televizyon kanallarının çoğu adeta İzmir Büyük Şehir Belediyesi’ni yok saydılar, Belediye Başkanı’nın yaptığı açıklamalara ve basın toplantılarına bile yer vermediler. Böylesi durumlarda bile işin ayrı yönlere çekilmesi anlaşılır gibi değil.

Köyler boşaltılıp insanlar şehirlere taşındı, şehirlerin çevresinde bulunan ekime elverişli tarlalar imara açıldı, alt yapılar hazırlamadan üst yapılar kuruldu. Deprem doğudan – batıdan, kuzeyden güneyden kaç defa ikaz etti ama ders alınmadı, alınmıyor. İnşaallah bu son ikaz olur ve artık ders alınır. Şiirle başlamıştık, yine şiirle bitirelim. 17 Ağustos 199’da meydana gelen ve büyük yıkıma, binlerce can kaybına sebep olan Marmara Depremi’nden sonra yazdığım şiiri şu mısralarla bitirmiştim:

“………………….

Lakin daha çok işimiz var,

İşler durası değil.

Yaralar sarılacak,

Yıkılan yapılacak.

Giden geri gelmez ya

Gelene ders olacak;

Dersine iyi çalış çocuğum!”

Bizlerde umut olmadığına göre ümidimiz gençlerde. Onlara güveniyoruz.