Bir zamanlar bir Mehmet vardı, şimdilerdeki Mehmet’ten de öte medyanın baş aktörüydü. Eti de o bilirdi, otu da siyaseti de o bilirdi, göçü de ekonomiyi de o bilirdi, savaşı da… Tarımın tartışmasız uzmanıydı zaten.

Derdi ki; çiftçi senede birkaç gün çalışır, tembeldir, çiftçilik fakirliktir, biz fakirlik istemiyoruz, zenginlik istiyoruz. Dünyada fiyatı 1 olanı biz neden 3’e mal edelim, dışarıdan alalım.

İllet hastalık süreciyle hızlanan ve Savaşın gölgesinde zirve yapan Dünya gıda krizi, kör “gözüne parmağım” diyerek gıdanın önemine nokta koydu. Peki meydan boş iken televizyonlardaki seçilmişler ne diyordu? Türkiye tarımsal destek kamburundan bir an evvel kurtulmadıkça bize rahat (!) yüzü yok. Başka ne diyorlardı? Biz köylüleri, çiftçileri desteklemek zorunda mıyız, herkes kendi başının çaresine baksın. Daha başka ne diyorlardı? Üretmezlerse üretmesinler dışarıda daha ucuz ithal ederiz.

Hatta bakanlardan bile Türk çiftçisini ithalatla tehdit edenler oldu. Paramız var ki ithal edebiliyoruz dediler. Unutuyorlar… Çiftçiler üretmezse alım gücü olmaz, çiftçinin alım gücünün olmadığı ülkelerde huzur olmaz, üretim gücü düşer, yabancılar bedava mal satmayacaklarına göre ithalatın bedelini herkes öder.

Evet ne düşünüyor bizim entellerimiz veya entelektüel bozmalarımız? Tarımın öneminin dünyaca kabul gördüğü günümüzde rahat yüzü görmenin anlamını anlamışlar mıdır? Utanmadan, yeni dünya düzenine ayak uyduralım teranesindeydiler. Yeni dünya düzeninin güçlülerin haklı olduğu bir düzen olduğunu bilmelerine rağmen!..

2005 yılı sonunda Hong-Kong’da yapılan ve derin görüş ayrılıklarıyla Mart 2006’da toplanmak üzere protestolar eşliğinde sonlanan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) toplantısından sonra “Yeni Dünya Düzeni” daha da derinleşti. 1 Ocak 1995’te kurulan DTÖ’nün aldığı kararlar, 2005 sonrasında ABD, AB ve diğer güçlülerin lehine daha fazla pozisyon aldı. Hakeza birçok ülkede iktidarlar bu konsepte göre dizayn edildi.

Türkiye’nin temel sorunlarından birisi insanların kamplara bölünmesidir. Günümüzde bu fark uçuruma dönüşmüştür. Birileri Türkiye şaha kalktı, uçuyor derken, birileri ise uçurumun hemen yanı başındayız diyor. Bu arada kaybeden Millet oluyor. Kamplaşma sendromunu bir yıkabilsek, ne çok zorun kolaylaştığını hep birlikte göreceğiz.

Anlayalım artık… Mesele çiftçi, köylü meselesi değil. Mesele bu milletin özünü ve mayasını temsil eden, terini tarlaya akıtıp, rızkını tarladan derleyen hem kendisini hem de kendisine düşman olanları besleyen, Anadolu insanını çaresiz bırakmaktır. Onları devlete küstürmektir. Alternatif iş sunun bakalım kaç çiftçi köyünde kalıyor. Zira çiftçilik dünyanın her yerinde zordur.

Avrupa’nın, Amerika’nın ve diğer gelişmişlerin halen çiftçisini desteklemeyi sürdürmesinin ve DTÖ kavgalarının altında yatan gerçek budur. AB toplam bütçesinin %40’tan fazlasını işte bu nedenle tarım desteklerine ayırıyor.

Buyursun ister dünkü Mehmet ister bugünkü Mehmet veya Nagehan, cevap versin. Yanı başımızda fiili bir savaş var. Gıda krizini o küçük görülen, gözünü kara toprak doyursun denilen, çiftçiler sayesinde göreceli daha rahat geçiriyoruz.

Unutmayacağız, gıda yetersizliği Türkiye için ayıptır. Düşüneceğiz, neden üretilmiyor, üretilen neden yetmiyor? Bileceğiz, gıda güvenliği sağlanamayan hiçbir ülke, millet, insan geleceğe güvenle bakamaz.

Es-selam olsun, ves-selam olsun, has-kelam olsun, üretim kıtlığı ile alım kıtlığı arasındaki farkı görene ve güçlülere değil, haklılara ve hakka inananlara saygı duyanlara.