Tarih boyunca insanoğlu, gücün cazibesine kapılmış; kimi zaman gücü hakla, kimi zaman da hakkı güçle karıştırmıştır

Ancak güç ve haklılık her zaman aynı doğrultuda ilerlemez. 

Güç, sahip olunan fiziksel kuvvet, ekonomik imkân ya da siyasi otorite olabilir. 

Haklılık ise vicdan, adalet, doğruluk ve etik ilkelerle ilişkilidir. 

Bu iki kavramın karıştırılması, toplumların yozlaşmasına, adaletin zedelenmesine ve bireysel hakların yok sayılmasına yol açar. 

Bu yüzden Güçlü olan her zaman haklı mıdır? sorusu, yalnızca felsefi değil, aynı zamanda ahlaki ve toplumsal bir sorgulamayı da beraberinde getirir.

Tarihte birçok güçlü lider ya da devlet, sahip oldukları kudretle zayıf olanlara hükmetmiş, ancak bu her zaman haklı oldukları anlamına gelmemiştir. 

Roma İmparatorluğu, büyük bir askeri güçle birçok milleti egemenliği altına almış, ama bu işgal ettiği halklar açısından adil ve haklı görülmemiştir.

Benzer şekilde sömürgecilik döneminde Avrupa devletleri, Afrika ve Asya’daki halkları ekonomik ve askeri güçle boyunduruk altına almış, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürmüştür. 

O dönemlerde güçlüydüler, ama bugün tarih onları haklı değil, haksız ve sömürücü olarak hatırlamaktadır.

Jean-Jacques Rousseau’nun şu sözü meseleyi çarpıcı biçimde özetler:

Güçlü olan, güçsüz olanı ezme hakkına sahipse, o zaman hak, zorbalıktan ibaret olur.

Yani haklı olmak için yalnızca güçlü olmak yetmez; ahlaki bir duruş, vicdan ve toplumsal sorumluluk gerekir.

Hukuk, toplumda düzeni sağlamak, hak ve özgürlükleri korumak için oluşturulmuş kurallar bütünüdür.

 Ancak bu kuralların adaleti ne kadar temsil ettiği, yasa koyucuların niyetine ve gücü nasıl kullandığına bağlıdır. 

Gücü elinde bulunduran kişi ya da kurumlar, yasaları kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirdiğinde, hukuk adaletten sapabilir.

Bu durum, hukukun üstünlüğü yerine üstünlerin hukuku anlayışını doğurur.

Modern dünyada bazı otoriter yönetimler, hukuki kılıflarla muhalefeti susturabilir, temel hakları kısıtlayabilir. 

Bu gücün kullanımı onların haklı olduğunu değil, sistemin ne kadar yozlaştığını gösterir. 

Gerçek adaletin olduğu bir hukuk sisteminde yasa, güçlü ya da zayıf ayrımı gözetmeden herkese eşit uygulanır.

Güçlünün değil haklının tarafını tutar.

Hakimlerin verdiği kararlar sadece yasa metnine değil; aynı zamanda vicdana, eşitliğe ve insan haklarına dayanmalıdır. 

Aksi takdirde mahkeme salonları, adaletin değil gücün sahnesine dönüşür. 

Bu yüzden bağımsız yargı kavramı, gücün değil, haklının korunabilmesi adına büyük önem taşır.

Güç, bir insanın ya da topluluğun istediğini yaptırma kabiliyetidir; ama haklılık, insan olmanın ve adaletin temel taşıdır. 

Güçlü olan her zaman haklı değildir; haklı olan, çoğu zaman güçlü olmasa da tarihin vicdanında yer edinir. Gerçek adalet, güçlünün değil, haklının yanında durabilmeyi gerektirir.

Toplumların temelinde güç değil; vicdan, adalet ve eşitlik yer almalıdır. 

Zira adil bir dünya, ancak haklının sesinin güçlünün sesinden daha çok duyulabildiği bir dünyadır.

Haklı olanlar güçlendikçe, sosyal medya, sivil toplum kuruluşları, bağımsız hukukçular adaleti savunmaya devam ettikçe, toplum daha adil bir yapıya kavuşacaktır.