Allah, Kuran'da kendini ezeli, ebedi,zat ve sıfatlarında benzeri ve dengi olmayan,tek yaratıcı olarak tanıtır. İhlas süresi onun kendini tanıttığı sürelerden biridir.
Onu tanımak, sadece zat ve sıfatlarına çizdiği çerçeve kadar vakıf olmaktan ibaret değildir. Allah'ın, görmesi, bilmesi, yaratması onun kudretinin insan aklıyla ihata edilmeyecek sınırsızlığına işaret eder.
Sınırsız olanı sınırlı bir akılla kavramak mümkün değildir. Onun varlığını, kudretini, yaratıcılığını bilir ama mahiyetinin künhüne varamayız. Tasavvuf birazda, onda onu aramak, onun Kuranda verdiği bilgilerle onu bilmeye çalışmak ve bilgi ile bilineni, müşahede/mükaşefe yoluyla derinlemesine anlamaktır.
İnsanın düşünce kapasitesi sınırlıdır. Bu kapasite ile onu bilir, iman eder, varlığının zorunlu olduğunu anlarız, ancak onun zat ve sıfatlarının boyutlarını kavrayamayız.Bu bir çay bardağına kainatı sığdırmaya çalışmak olur.
Onun varlığının karinesi bu kainattır. Her varlık bir başka varlığın neticesidir. Yoktan varlık çıkmaz, yok yoktur çünkü. Bir yaradan olmasaydı varlık da olmazdı. İnsan, yaradılış olarak sadece varı hayal eder, varı tasavvur edebilir. Yokluğun tasavvuru yoktur.Biz bir Tanrı tasavvuruna sahipsek o var olduğu içindir. Yok olsaydı idrakimize de düşmezdi. Tanrının varlığı içimize damlar, biz onu idrakimize göre şekillendirir, anlamlandırırız. Kuran'da geçen İbrahim kıssası bu serencamın, Allah'ı anlama- anlamlandırma yolculuğunun hikayesidir. Aslında o kıssada, insanlığın Tanrıyı ararken geçirdiği evreler ve her topluluğun idrakine damlayan Tanrı'yı yorumlayış biçimi vardır. Bir Tanrı'nın varlığı bilinir, herkes onu idrak ve kültür kapasitesine göre farklı farklı yorumlar.
Biz Müslümanlar Allah'a şeksiz, şüphesiz iman ederiz. Ancak bu imanın tekabül ettiği tanrı anlayışlarımız farklıdır. Onun esma ve sıfatlarını bilir ama her birimiz farklı yönü öne çıkarılmış bir Allah'a iman ederiz. Kimi için o sonsuz rahmet sahibidir. Kimi için Cebbar veya Kahhar'dır. Yani aslında Tanrımızı yine onun haber verdiği esma ve sıfatları ile kendimiz yontarız. Bu, Allah'a onun bildirmediği vasıflar isnat etmek değil, -işimize gelen vasıf veya esmasından ibaret görmektir.
Bütün bunları şu sorunun cevabını aramak için yazdım: Nasıl oluyor da kendine Müslüman diyen insanlar, bu kadar çok yolsuzluğa, hırsızlığa, rüşvete, akçalı işlere bulaşabiliyorlar? Din, tevhit ve ahlaktır, şanlı Peygamber 'güzel ahlakı tamamlamak' için gönderilmiştir. Kuran'da kul hakkı ile ilgili birçok ayet vardır. Mesela, Bakara 188'de yüce Allah şöyle buyurur:"Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için onları hakimlere (rüşvet olarak) vermeyin." Bu ve benzeri uyarılara rağmen Müslümanlar arasında rüşvet, dolaylı hırsızlık(yolsuzluk), kul hakkına tecavüz niçin bu kadar yaygındır? Personel alımlarındaki -mülakat- yöntemi, kamu ihalelerindeki istisnalar, büyük işlerin hep aynı müteahhitlere verilmesi kul hakkı yemenin farklı biçimleridir. İşte bütün bunların sebeplerinden biri, Müslümanların veya bu işlere karışanların Tanrı idrakindeki sakatlıktır. Çünkü öyle bir Tanrı yontulmuştur ki, rahmeti sonsuzdur, Müslümanlar ne yaparlarsa yapsınlar, hangi cürmü işlerse işlesinler O affedecektir. Rahmeti her türlü günahı kaplamıştır. Tövbe kapısı ardına kadar açıktır, bir ömrü -günah makinesi - gibi yaşasak bile bir tövbe ile pir-ü pak olmak mümkündür. Bu Tanrı anlayışı onun Rahmet sıfatını görür ama mesela Adl (Adalet) ismini görmez. Afüvv (affeden, çok affedici) ismini görür ama Müntakim (yargılayıp cezalandıran) ismini görmez.Nefsin arzularına göre yorumlanmış bu tanrı anlayışı her günahın işlenmesini adeta teşvik eder. Çünkü ne halt işlerseniz işleyin sonunda af vardır. Bu yargı biçimi, iyilerle kötüler, ahlaklılarla ahlaksızlar, zalimlerle mazlumlar arasındaki farkı ortadan kaldırır. Üstelik bu anlayışta, Allah'ın ne yapacağına nasıl davranacağına, neyi affedip neyi affetmeyeceğine kendisi değil, onu bu şekilde tanımlayanlar karar vermektedir.
Bu tanrı inancıyla ahlaklı olunmaz, din manevi denetleyici vasfını kaybeder. Her şey mübahlaşır. Oysa Allah zalimle mazluma, çalanla çalmayana, düzgün yaşayanla,eğri yaşayana aynı muameleyi yapmaktan münezzehtir. O vaadinde sadıktır, kıyamet günü kendini, kendi gösterdiği şekilde tanıyan ve kulluk edenlerle, kendini, nefsinin emel ve ihtiraslarına göre başkalaştırarak tanıyanları ayıracaktır. İslam'ı bir dinken bir ideoloji ve siyasi proje haline getiren bazı Müslümanlardaki bu sakat tanrı idraki değişmedikçe, din adına yapılan yanlışların ve çirkinliklerin önü alınamayacaktır.