Erich Fromm’un meşhur bir kitabı vardır ve çoğumuz biliriz: “Özgürlükten Kaçış”… Fromm’un aynı zamanda kuramsal savını temellendirdiği bu kitap, iki kategoride bizim “varoluşşal ihtiyaçlar” kümemizden bahseder: bunlar; fizyolojik ve ontolojik ihtiyaçlarımızdır. Örneğin yemek, içmek, uyumak ve cinsel dürtüler fiziki tatmini ararken ontolojik ihtiyaçların karşılanması daha çetin bir meseledir.
Sosyal varlıklar olarak yer küreye atıldığımız için birbirimizi arayıp bulmak ve ilişki kurmak zorunluluğumuz hep olmuştur; tıpkı Leyla ile Mecnun gibi yahut “arayan Mevlâ’sını da bulur belasını da” misali... Keza birbirimizi bulmak da yetmez ve kendimize bir kök ararız; akabinde ait olduğumuza inandığımız bir kimlik beyan ederiz: “Müslüman”, “Galatasaraylı”, “Türk” vs… Yine bu da yetmez, aidiyet içinde farklı yönlerimizin olması gerekir ki insanın kötü ya da iyi kompleks yönünün esas temeli, bu duygudur. Örneğin hepimiz Türk olsak da Mustafa Kemal’in azmi ve hırsı başkalaşır; ondan sonra da Cumhuriyet neredeyse 1 asır uyku moduna girer! Ariel Şarom’da bir Yahudi’dir, Albert Aynştayn’da… Fakat istikametleri farklıdır; biri “Beyrut Kasabı” olmuştur, diğeri Nobel sahibi…
Fromm’a dönelim: O, topluluk bağımızı 3 maddede şöyle izah eder: sevgi, boyun eğme, tahakküm kurma! Tahakküm ve ram olma arasındaki bağlam ortak-yaşam ile bir düzen sunar, evet; fakat bireyin aklı ve ruhu pek çok cenderenin içinde baskılanır ve köreltilir; çünkü baskın olanın istekleri asla denk/denge sağlamaz ve zamanla daha metazori hale gelir ki boyun eğenin ödediği bedel gün gittikçe artar! Silah, ekonomi ve siyaset; tek tek veya ikili-üçlü korelasyonla tahakkümün dayanılmaz ve kaçınılmaz hazzı ile böylece kitlelerin tepesine basa basa yolundan yürür. Dolayısıyla sosyal alanda Fromm’un nahif dürtüsü sevgi (yani; alaka, mesuliyet, karşılıklı itibar ve bilgi) gerekliliği köreltilir, sınırın ucuna sürülür, orada hapsedilir. Örneğin gün gelir “x” Ak Partili veya “y” CHP’li şeytan tutmuş gibi (çoktan) “öteki”yi taşlamaya kalkar veya potansiyelden direkt “düşman” çetelesine kaydedilir.
Pekiyi bu necip millet sorunu nasıl çözer? Yine Erich Fromm’un “otomaton konformite” dediği şeyi eğip bükerek; yani baktı ki iş-aş kaygısı, çoluk çocuğun gelecek umuru taş gibi böğrüne oturmakta (teşbihte hata olmaz) o renk değiştiren canlı gibi milli ve yerli rollere bürünerek hem kaygıdan hem yalnız kalma korkusundan uzaklaşmaya çalışır. Nihayet şu manzarayı görürsünüz memlekette: “ölü-söverlik” ve “yaşa-severlik”! Dünün banilerine küfür ettirmeye başlayarak “ölü-söver” hale getirirler kitleleri; isterse adı Mustafa Kemal olsun… Bugünün yaşayan muktedirlerine de “yaşa!” diye meydanlarda avazı basarlar; büyükler oturur alkışlanırlar, kalkar yine alkışlanırlar… Esasta ne büyük tehlike, ne büyük boşalma, kimliksizleşme ve çürümedir; değil mi?..
Bugün çok sertim ki artık bu ülkeyi eleştiririm! Cesaret her dem bedel işi olmuştur ve bu memlekette yine bu iş, Sokrates’in atkuyruğuna konan sineklerine benzemez! Sömürücü ve alıcı tiplerin boğduğu bir ülkede perdeyi yırtsanız da “kral çıplak” diye bağırsanız da iş işten geçmiştir. Haydi, bir akıl buyurun şimdi ve nasıl halledeceğimizi söyleyin: Üretmeyen, tembel bir aklın “hinoğlu hin” olduğunu ve pek yaman kullanan, aldatan, dolandıran ve sömüren olduğunu düşünüyorsanız, ne yapardınız? Asalak ve edilgen hale getirilen bir toplumda cülus bekleyen “veteran Yeniçeri” gibi dolaşanlar sarmış ise her yeri ne yapacaksınız? Siyasi partiler “istifçi tipler” ile dolmuş ve etrafta “pazarlayıcı tipler” her şeyi söylem borsasında “beraber yürüdük bu yollarda” nakaratı ile ranta tevil etmeye çalışıyorsa ve “üretken tipler”iniz arızalı, muhalif, “tu kaka” ile hiçliğe sürgün edilmişse ne yapacaksınız?
Doğduğu koşulların acımasızlığına, keşmekeşliğine hızla büyüyen nesiller görüyoruz ve “çok geç olmak üzere” dememek için çırpınıyoruz! Şehri kaybolmuş, mezrası ıssızlaşmış, kentleri çarpılmış; karanlık, keşmekeş ve yalnızlaşan bir toplumun sessiz çığlığının farkında değiller! Fiziksel (barınma, çalışma ve doyma) kaygısının yanına yalnızlaşan ve parçalanmaya giden zihinleri de yola düzülmüş halde bulmaya başladık… “Ey nas! Bilin ki bu mesele bir siyasi partinin çözeceği iş hiç olmadı, bundan sonra da olmayacak!” diyen birileri yok mu? Bu dünyayı bir anadan doğmuş olan ne kahramanlar ne de oy rekorları kıran hiçbir fani kurtaramamıştır, kurtaramaz da… Sorunumuz toplumsal koşulların birey/özneyi artık yok eder hale getirerek güdülen-miş konuma indirgemesidir. Her endişe ve yalnızlık, boyun eğme ile bizi karşı karşıya bırakıyor ve aramızdaki gerçek-hakiki bağlar koptukça yaşayan her jenerasyonun umuda, hedeflere bağlılık şansı geri döndürülemez halde azalıyor. Esas meselenin irade ve özgürlüğü elinden alınmış bireylerin yaşadığı bir toplumda; ancak birilerinin küpünün yağla dolacağı gerçeğidir. Kimse aklına, bilgisine ve imanına güvenen birinden daha üstün olamaz; yeter ki elinizden bunlar alınmış omasın ki “tehlike çanları” da burada çalıyor çoktandır. Bu durumu politikacıların görmediğini de çok iyi biliyoruz; o halde madem gücümüzün yettiği kadar, gören birileri çıkana dek yazmaya devam edeceğiz…
TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!