Osmanlı’da yönetenler, kendi arasında ikiye ayrılırdı; Asker-Sivil bürokratlar ve ilmiye sınıfı. Asker sınıfı piramit şeklinde yapılanmıştı. Yeniçeriler devşirme, sipahiler Türk asıllı olurdu. Osmanlı meritokrasiydi.  Amacı tüm toplum kesimlerine, hatta savaşlarda esir alınanlara kadar ulaşıp, en zeki, en akıllı insanları bularak, istihdam etmekti. Asker olacak çocuklar seçilip alınırken zeki, güçlü ve sağlıklı olmalarına özen gösterilirdi. Seçilen çocuklar çok iyi eğitimden geçirilirlerdi. Seçme sırasında ve eğitim sürecinde temel amaç, dâhileri ve en zeki öğrencileri bulup çıkarmaktı. Devşirmelere, iyi eğitim verilmesinin yanında, Türk İslam kültürü benimsetilirdi.

     Türkçe bilen bütün Müslümanlar, hangi etnik kökenden gelirse gelsin, eşit imkanlara sahipti. Herkes yeteneğine, bilgisine ve becerisine göre yükselirdi. Vezirler ve beylerbeyleri bu yapıdan elenerek çıkarlardı. Piramidin en altında olan askerlerin geliri, halkın geliri kadardı. Fakat piramidin üst kısımlarına çıktıkça gelir katlanarak artardı. Mesela bir esnaf yılda 100 akçe kazanıyorsa, veziriazam 10 milyon akçe kazanırdı. Ama Veziriazam görevden alındığında, öldüğünde veya infaz edildiğinde, mal varlığına el konulur, ailesine onları müreffeh yaşatacak kadar maaş bağlanırdı. Osmanlının sistemi böyleydi. Göreve gelen herkes uygulamanın nasıl olduğunu bilir, bunu baştan kabul ederdi. Bürokrat emekliye sevk edildiğinde, maaşı normal seviyeye düşerdi.

    Osmanlı, bürokratlara yüksek gelir tahsis ederdi ki rüşvet almasınlar, maişet sıkıntısı çekmesinler, rahat yaşasınlar. Ama birikim yaparak, çocuklarına aktarmalarına izin vermezdi ki, zenginleşme olmasın. Zaman içinde aristokrat, soylu ve zengin bir sınıf oluşmasın. Sistem, devlet adamlarını vakıf kurmaya yönlendiriyordu. Miras bırakamayacakları, yaşadıkları ve görevde oldukları sürece kendilerinde emanet olan paraları harcayarak, adlarını ölümsüzleştiriyorlardı. Padişah, vakıf kurmak isteyen bürokratlara destek olurdu.

     Osmanlı sisteminde vakıflar önemliydi. Bugün belediyelerin gördüğü hizmetleri vakıflar görüyordu. İlaveten toplumun en fakir kesimleriyle ilgilenmekte vakıfların görevlerindendi. Toplumda aç ve açıkta kimse olmamalıydı. Kuruluştan Tanzimat’a kadar ki  Osmanlı toplumunda dilenci veya yokluktan fuhuş yapan olmadı. İstanbul’a gelen seyyahların ve elçilerin en hayret ettikleri durum buydu.

     Osmanlı din adamları, faiz boyutu nedeniyle daha önce mahsurlu görülen para vakıflarına da izin verdiler. Para vakıflarında, para vakfa tahsis ediliyor, vakıf, parayı ticaret ve sanayi erbabına yönlendiriyordu. Böylece kar marjlarının düşük tutulması nedeniyle ortaya çıkan sermaye oluşmaması sorunu kısmen çözülüyor, yatırımlar para vakıfları vasıtasıyla yapılıyordu. Heingerber, yaptığı çalışmada, 1601 yılında, sadece Bursa’da 350 tane para vakfı tespit etmiştir. (2023 yılı itibariyle Bursa’da bu kadar banka şubesi yoktu.)  Tahsin Özcan, Kanuni tahttayken, sadece Üsküdar’da 155 tane para vakfı olduğunu belirtir.

     Osmanlı, özel sektörcüydü. Sadece özel sektörün yapamayacağı işleri kamu yapardı. (Ama devlet, özel sektörün zenginleşmesine karşıydı.) Örnek vermek gerekirse, ordunun, her yıl on bin ilave tüfeğe ihtiyacı var diyelim. Para vakfı, bunların üretileceği 50 tane atölye inşa eder, atölyeleri içindeki makinelerle beraber ustalara tahsis ederdi. Her atölye yılda 200 tüfek üretip teslim ederdi. Kamu, alımı piyasa fiyatından yapar, tüm masraflar düştükten sonra %10 kar ustaya kalır, karın gerisi para vakfına giderdi. Vakıf, elde ettiği geliri ya yeni yatırımlarda kullanır yahut fakirlere harcardı. Usta rahat yaşar ama yatırım yapacak kadar birikim yapamazdı.

      İlmiye sınıfında görev yapanlar genelde Türk olurlardı. Şeyhülislamlık, kadılık ve müderrislik gibi görevler yaparlardı. Gelirleri reayanın gelirinin makul tutarda üstünde olurdu. İlmiye sınıfından olanların infaz edilmesi ya da görevden ihraç edilmesi istisnaiydi. En ağır ceza sürgün olurdu. Mala el koyulması gibi uygulamalar yoktu. Sınıflar arasında geçiş genlik vardı. Asker olanların çoğu, reaya çocuğuydu. Liyakat bütün kapıları açardı.

     Geleneksel Osmanlı sisteminde malların ülke içinde tüketilmesi esastı. İhracata soğuk bakılırdı. İhracat olursa mal azalır, kıtlık olur, fiyatlar yükselir buda halkın aleyhinedir anlayışı vardı. Aynı mantıkla ithalata sıcak bakılırdı. Yurtdışından mal gelirse bolluk olur, fiyatlar düşer, dolayısıyla halk rahat eder şeklinde düşünülürdü.

     Osmanlı ekonomisinin bir başka unsuru kapitülasyonlardır. Kapitülasyonlar, Osmanlıdan öncede uygulanıyordu. Ceneviz ve Venedik gibi tüccar devletler, büyük devletlerden belli şartlar karşılığında, ticari imtiyaz alıyordu. Mesela Ceneviz, Bizans’ta kapitülasyon sahibiydi. Osmanlı, başlangıçta tüccar devletlerle, müttefiki olan Fransa’ya kapitülasyonlar verdi. Kapitülasyon, Osmanlı, kendi tebaasından zengin insan istemediğinden, tercih edilen bir yöntemdi.  (Osmanlı da izlenen politikalar nedeniyle, zaten burjuva sınıfı yoktu.) Bu sayede piyasadaki mal hacmi arttığından, kıtlık olmuyordu.

     Tüketim fazlası olan mallar ihraç ediliyordu. Yerli muadili olan mallarda ithalatçıların fiyatları düşürmesine izin verilmezdi. Üretici, toptancı ve perakendecinin kar marjları   düşük olduğundan, ithalatçı fiyatları düşürürse, esnaf dolayısıyla halk zarar görürdü. Yerli üretimi olmayan mallarda, ithalatçılara, az  kar ederek  satış yapmaları empoze edilirdi. Kapitülasyonlar, Osmanlının zayıflamaya başlamasıyla beraber hem yaygınlaştı hem de şartları ağırlaştı. Halka zarar vermeye başladı. Fiyat kontrolü önceki dönemler gibi sağlanamayınca, yerli üreticilerde zarar gördü. Azınlıklara mensup vatandaşlarının, kapitülasyon sahibi ülkenin vatandaşlığına geçerek, vergi muafiyeti alması da   haksız rekabet yaratarak ekonomiye zarar verdi. Hükümetler, kapitülasyonları kaldırmak amacıyla mücadele etseler de başarılı olamadılar.