Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Mütarekesi ile üç kıtaya yayılan koca İmparatorluğun elde kalan son toprak parçaları da işgal edilmiş, son Osmanlı Padişahı İstanbul’daki sarayına hapsedilmişti. Payitaht İngiliz ve Fransız askerlerinin kontrolü altındaydı ve adeta kuş uçurtmuyorlardı. İstanbul’a giriş ve çıkışlar yabancı güçlerin iznine tabi idi. Padişah ve Sadrazamı Damat Ferit onların izinleri olmadan adım bile atamıyorlardı. O günleri yaşayan Yahya Kemal Beyatlı, 1918 başlığını taşıyan şiirinin ilk iki mısraında bu durumu şöyle özetlemişti:
“Ölenler öldü, kalanlarla muzdarip kaldık/Vatanda hor görülen bir cemaatiz artık!”
Son vatan topraklarını savunmak için cepheden cepheye koşan Mustafa Kemal Paşa, işte öyle bir ortamda İstanbul’a dönerken namluları Saray’a yönelmiş olarak bekleyen düşman gemilerini görünce yılgınlığa kapılmamış, yanındakilere de cesaret vererek, “Geldikleri gibi giderler” demişti.
Nitekim Gazi Paşa’nın safahatını herkesin bildiği faaliyetlerinin ardından Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti kuruldu. İstiklal Savaşının kazanılmasından sonra işgal kuvvetleri geldikleri gibi gitmeyi bile beceremediler. Özellikle Yunan kuvvetleri büyük kayıplar vererek geri çekilirlerken son kalanları da Ege’nin serin sularında boğuldular. Yapılan iş öylesine büyük, kazanılan zafer öylesine muhteşemdi ki, Selçuklu Sultanı Alpaslan’ın girdiği Anadolu, Selçuklu Beylerinden Çaka Bey’in ayak bastığı İzmir, Fatih Sultan Mehmed’in aldığı İstanbul adeta yeniden fethedildi. İstanbul fethinin sembolü olan Ayasofya yeniden bizim oldu. Zamanın şartları gereği Ayasofya müzeye çevrilmiş ama Büyük Atatürk Ayasofya’nın tapusunu Cami olarak tescil ettirmişti. Bu konuda ileri geri konuşup çekiştirmeye, yalan yanlış bilgilerle mide bulandırmaya gerek yok. Atatürk’ün sağlığında çıkarılan tapu arşivlerde duruyor.
İşte bu büyük dehayı anlayamayanlar O’na çamur atmaktan çekinmediler, hâlâ da inatlarında devam edenler var. Oysa “Geldikleri gibi giderler” diyen inanç sahibi olmasaydı tıpkı Belgrad’da, Estergon’da olduğu gibi Ayasofya’nın tepesine de kocaman bir Haç kondurulmuş ve çan sesleri ile her daim ortalığı inletiyor olacaktı. Geçelim…
Sonra malum, “Az zamanda çok büyük işler yapıldı.” Atatürk o yokluk günlerinde ve 1923’ten vefat tarihi olan 10 Kasım 1938’e kadar 15 yıl içinde en az 40 fabrika kurdu. O yıllarda Türkiye uçak bile yapıp satabiliyordu. Devlet yeniden şekillendi. Kurum ve kuruluşlar oluşturularak geleceğin Büyük Türkiye’sinin temelleri atıldı. Yeni kurulan kurumlardan biri de Diyanet İşleri Başkanlığı idi. Türkiye bugün bir İran, bir Suriye, bir Afganistan gibi değilse bunu Atatürk’ün büyük öngörüsü ve dehasına borçluyuz. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın günümüzdeki kurum yöneticileri ile bazı tarikat ve cemaat erbabı bunun idrakinde olmayıp Atatürk’e karşı bir duruş sergileseler de hakikat birdir ve değişmez.
Ne kadar karşı dursalar, O’nun izlerini, hatıralarını silmek ve unutturmak için ne kadar gayret gösterseler de olmuyor, olmayacak. Onun için sıkışınca Atatürk’ten bahsedebiliyor, siyaseten manevra yapabiliyorlar. Ancak Atatürk’ü “din düşmanı” olarak göstermekten de geri durmuyorlar. Şimdilerde ise siyasilerden ve başka gruplardan Atatürk’ü yeni yeni keşfetmeye çalışanlar var. Onlara yardımcı olmak ve özellikle din anlayışı konusunda bilgilendirmek için Atatürk zamanında yaşayan bir Hafız’ın O’nunla ilgili hatırasını aktaracağım. Bu kişi, Hafız Kemal Batanay.
7 Şubat 1893 tarihinde İstanbul’da doğan ve dolayısıyla Atatürk’ün çağdaşı olan Hattât, mûsikişinas, tanbûrî, bestekâr Kemal Batanay, İmamlardan Hâfız Mehmed Ziyâ Efendi’nin oğludur. Zeyrek’teki Sâlihâ Sultan Sıbyân Mektebi’nde ve Fâtih Rüşdî Mektebi’nde okuduktan sonra Vefâ İdâdîsi’ne girer. Bu esnâda, ondört yaşında iken babasından Hıfz-ı Kur’an-ı Kerim’i tamamlayarak hâfız olur. Ayrıca Tevfîk Efendi’den Arapça ve Farsça, Manisalı Mustafa Efendi’den de dinî ilimleri tahsîl eder. Kemal Bey, Dârü’l-fünûn İlâhiyât Şu’besi’nde tahsiline devam ederken I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ile askere alınır. Sonrasını, Prof. Dr. Muhittin Serin’in, “Kemal Batanay, Bestekâr, Tamburi Hattat, Hafız” başlıklı anlatımından aktaralım. Bu anlatım internet sitelerinde yayınlandı, sosyal medyada çok dolaştı ama “Yeni Başlayanlar”ın gerçek Atatürk’ü tanımalarına fayda sağlayacağı için tekrar etmekte fayda var. Söz, Hafız Kemal Batanay’da:
“Müttefik kuvvetlerinin Çanakkale’den çekilmelerini müteakip birliğimiz de istirahat için Edirne’ye sevk edildi (Ocak 1916)... Çok sıkıntılı ve zor günlerdi... Savaşın acıları dinmemişti... Bir gün erkenden Üç Şerefeli Cami’ye gittim... Müezzinlere hâfız olduğumu ve Kur’an okumak istediğimi söyleyip izin istedim. ‘Bir subay, hem de hâfız’ diyerek çok sevindiler... Cemaat huşû içinde sessizce beni dinliyordu. Cuma saati gelince de, Hicaz makamında müessir bir ezan okudum. Namazdan sonra bir er bana yaklaşarak, ‘Efendim, kumandanım sizi istiyor’ deyince, ‘Eyvah resmî elbise ile okuduğum için usule aykırı bir iş yaptık galiba’ diye endişe ve korkuya kapıldım. Kumandana yaklaştım. Bu Anafartalar’da savaşın akışını değiştiren dahi, efsane kumandan Albay Mustafa Kemal idi. Bana; ‘Oğlum terbiye görmüş güzel bir sesin var. Okuduğun ezanı çok beğendim ve duygulandım. Seni tebrik ederim...’ dedi ve devam etti:
- ‘İsmin?’
- ‘Kemal Efendim’
- ‘Adaşmışız. Hangi kıtada bulunuyorsun?..’
- ‘Efendim, 16. Telgraf Bölüğü’nün hesap memuru olarak tayin edildim.”
Yaverine, ‘İsmini ve kıtasını yaz’ dedi, sonra bana dönerek, ‘Oğlum! Edirne’de kaldığımız süre içinde ben Cuma namazına hangi camiye gidersem sen de o camiye gelecek iç ezanı okuyacaksın’ dedi.
Hafta içinde yaveri Ali Rıza Bey beni arayarak Mustafa Kemal’in Cuma namazı için Selimiye Camii’ne gideceğini söyledi.
Bu mâbedde Kur’an ve ezan okumayı ne kadar çok arzu etmiştim... Cuma vakti girinceye kadar Kur’an okudum. İç ezanı da aynı hâl içinde aşkla okudum. Namaz çıkışı yine avluda maiyeti ile beni bekleyen Mustafa Kemal’e selâm verdim. Elini uzattı, hemen elini öptüm. Bana; ‘Oğlum! Bugün yine bizi yaktın. Gelecek haftaya hangi camiye gidersem sen de oraya geleceksin.’
Ertesi hafta Eski Cami’ye gitmem emredildi. Orada da Kur’an ve ezan okudum.
Hafta arası görev başındayken bir telefon geldi. Yüzbaşı Ali Rıza Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın yatsı namazından sonra ikametgâhında beni beklediğini, kendisinin de bana refakat edeceğini bildirdi.
Ali Rıza Bey’le buluşarak Mustafa Kemal’in huzuruna çıktık. Oturmamı ve rahat olmamı söyledi. Sonra söz mûsikiden açıldı. Mûsikiyi kimlerden ve hangi eserleri meşkettiğimi sordu. Sonra bana, ‘Birkaç eser oku da dinleyelim’ dedi. ‘Efendim, daha çok klâsik formda eserler geçtim’ dedim... Sonra Tab’î Mustafa Efendi’nin bayatî nakış ağır semâisini okudum:
‘Çıkmaz derûn-ı dilden efendim muhabbetin,
Kurbanın olduğum, bize yok mu mürüvvetin.’
Mustafa Kemal de hafif bir sesle hatasız, usul vurarak bana eşlik etti. Kendisi, Leyla Hanım’ın (Saz), hüzzam makamında; ‘Harab-ı intizar oldum aman gel aman gel / Yeter üzme efendim her zaman gel heman gel’ şarkısını usul vurarak okumaya başladı. Onun mûsiki bilgisi, zevki ve eserlere hakimiyi bende büyük hayranlık uyandırdı. Bende derin izler bırakan bu hatırayı hiç unutamam. Onun Osmanlı kültürü içinde yetişmiş, yoğrulmuş bu şahsiyetine daima hayranlık duymuşumdur.”
İşte böyle… O Türk Milleti’nin içinden çıkan imanlı, inançlı bir kahramandı. O’nun dehası, öngörüsü, cesareti, kahramanlığı ve imanı olmasaydı Türkiye bugün bu noktada olmaz, milletimiz Irak, Suriye, Afganistan ve benzerlerinin durumundan beter olurdu. Çünkü topraklarımız baştanbaşa işgal edilmiş, her karış toprağına düşman ayağı değmişti. Atatürk’ün vatanımız, milletimiz ve dini değerlerimiz için ne anlam ifade ettiğini ancak “Düşünüp ibret almasını bilenler” idrak edebilirler. Bunu hâlâ anlamamış olanların “Düşünüp ibret almaları” için yalnızca şu yaşanmışlık bile yeter. Tabii akıl sahibi iseler:
10 Kasım gecesi bu yazıyı tamamlayıp tekrar gözden geçirmek üzere televizyon başına geçtiğimde TRT Avaz’da “Atatürk’ü Gördüm” isimli bir program yayınlanıyordu. O günleri yaşayan ve çoğu 1900’lü yılların ilk çeyreğinde doğanların hatıralarına dayalı olarak Abdülhamit Avşar tarafından hazırlanan eski bir programdı. Anlatılanların hepsi ibretlikti de, Manisa Alaşehir’li bir amcanın söyledikleri beni çok etkiledi, ağladım. Bilmem sizler de ağlar mısınız?
“10 Kasım 1938 günü sokağa geldiğimde, Atatürk’ün öldüğünü duyan bir kadın koşarak komşusuna geldi ve ağlayarak, ‘Atatürk ölmüş, Atatürk ölmüş, o gâvur yine gelirse biz ne yaparız, nereye gideriz?’
İşte bu yazının özeti de ana fikri de bu. Yunan zulmünü gören ve yapılan çirkinliklere, tecavüzlere şahit olan o kadınların endişeli seslenişleri içinde geçen o soru cümleciği, aklı olanlar için her şeyi fazlasıyla anlatıyor: “Atatürk ölmüş, gâvur yine gelirse biz ne yaparız, nereye gideriz?”
Demek ki vatan elden gidince, hürriyet olmayınca namus da korunamıyor, ezan da okunmuyor, din de yaşanmıyor. Bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin Atatürk’e minnet borcu vardır ve O’na iftira atıp milletten koparmaya çalışanların öncelikle kendi dindarlıklarını sorgulamaları gerekir.
Ortada duran bütün hakikatlere rağmen Atatürk için ileri geri konuşanlara son hitap şudur: “Öyle ise siz hiç düşünüp öğüt/ibret almaz mısınız?” (Mü’minun Suresi, ayet 85)