Başlık Prof. Dr. Ahmet Arslan'ın makalelerden oluşan kitabının adı.
Son yıllarda demokrasinin Müslüman toplumlara uyup/uymayacağını irdeleyen çok sayıda çalışma yapıldı.
Bu çalışmaların ortak noktası, meseleyi İslam perspektifinden ele almaları, dinle demokrasi arasında bir münasebet kurmaya çalışmalarıdır.
İslam'a uyarlık bir hassasiyet ifadesi olsa da birinin bir din ötekinin bir yönetim biçimi olduğunu, aynı teraziye girmeyeceklerini unutmamak gerek. İslam, siyasal bir rejim önermediğine göre her toplum kendi sosyolojisine, kültürel evrenine uyan bir yönetim biçimini seçebilir. Ancak siyasal bir rejim önermemek ona büsbütün kayıtsız kalmak anlamına gelmiyor. İslam, hayatın her kıvrımında ahlak ve adalet arar.
Arslan bir felsefeci, makalelerini 90'lı yıllarda yazmasına rağmen hala birçoğu güncelliğini koruyor. Demek ki, o günden bugüne çok şey değişmemiş.
Yeni anayasa tartışmalarının yapıldığı günümüzde, 90'lı yılların benzer tartışmalarına Arslan şu görüşleri ile katılıyor: "Çağdaş anayasalar, birey merkezli olmalarına rağmen, insanlara dinsel, sınıfsal, etnik gruplara girme ve çıkarlarını savunma hakkını verirler. Buna karşılık gruplara, kolektivitelere dayanacak bir anayasal sistemde bireylerin bireyler olarak sahip olmaları gereken haklara sahip olup olmayacakları en azından şüphelidir. Tarihi ve fiili örnekler bunun pek gerçekçi olmadığını göstermektedir."(S.25)
Arslan, anayasanın merkezine birey yerine etnik, dinsel veya dilsel grupları almanın hangi sonuçlara sebep olacağını da söyler: "Siyasetin temel öznesi olan birey yerine cemaatleri koymak, şimdiye kadar bireyler arası ilişkileri düzenleyen hukuk yerine cemaatler arası ilişkileri düzenleyen hukuku koymaktır. Bunun tabii sonucu bireysel haklar yerine cemaat haklarının öne çıkması, modern toplumlarda hakim olan bireylerin bireylerle yaptıkları sözleşmeler yerine cemaatlerin birbirleriyle yaptıkları sözleşmelerin geçmesidir. Bu tip anayasaları savunanlar insan haklarını değil, cemaat haklarını savunmakta," (s.37)dolayısıyla insanı değersizleştirerek cemaatlere feda etmektedirler. Oysa devredilemez haklara sahip olduğu kabul edilen kolektiviteler değil, insandır.
Arslan'a göre, çoğulcu-korporatif kolektivite anayasalara dayanan sistemlerin en büyük zaafının, toplumun bütün bireylerini bir arada tutacak ortak değerler ve referanslar sistemine sahip olmamasıdır. Her cemaat ayrı referanslar etrafında toplandığı için hepsini birlikte harekete geçirecek değerler mevcut değildir. "Ortak referansların olmadığı bir siyasal toplulukta ise bir siyasal topluluktan bahsedilemez. Bu artık bir devlet değil, devletler (Cemaatler) topluluğu olacaktır. Bu durumda da bu topluluklar arasında devletler arasındaki ilişkilere benzer ilişkiler söz konusu olacaktır. Şimdiye kadar devletler veya siyasal topluluklar arasında gördüğümüz en yalın ilişki ise savaş ilişkisidir. (s.26)" Arslan bu analizi ile, kolektiviteleri esas alan bir anayasal sistemde toplumlar arası mücadelenin eksilmeyeceğini, bir nevi savaş hali yaşanacağını ifade etmektedir. Bunun en bilinen örneklerinden biri kolektiviteler arasında paylaşımı esas alan Lübnan anayasasıdır. Onun için Lübnan'da hiçbir zaman ortak değerlerde buluşmuş bir Lübnan milleti olmamış, etnik, dinsel çatışmalar hiçbir zaman eksilmemiştir. Lübnan her biri kendi başına buyruk bir nevi dinsel, etnik, kabileler devletidir.
Aynı durum 1978 anayasası ile bir nevi federalizme geçen İspanya için de söz konusudur. Sosyalist filozof Fernando Savater İspanya'nın 1978 anayasasından sonraki durumunu şu şekilde özetliyor: "Özerklik isteyen 2 bölgeyi 17'ye çıkardık. Yerelleşmeyi demokrasinin olmazsa olmazı sayıyorduk, ama bugün egoizmi beslediğini, eşitlik ve dayanışma duygularını tahrip ettiğini, neredeyse demokrasi ve özgürlüğün düşmanı olduğunu gördük. Kamu yararı, ortak refah, ortak değerler ve ortak aidiyeti yitirdik. Ayrılıkçılık, bölgecilik ve bölgesel milliyetçilik, fırsatçı bir hastalığa dönüşerek, zayıflayan organizmalara saldırıyor. Koskoca İspanya'yı mahvettik. Bundan nasıl kurtulacağız, bilemiyoruz. (İrfan Sönmez, Ana Dille Eğitim, Milliyetçilik, AB Hukuku)" Yeni bir anayasa zeminin ısıtıldığı şu günlerde Arslan'ın açıklamaları ve Lübnan-İspanya örnekleri son derece yol göstericidir.
Modernlik ve demokrasinin Hıristiyanlıktan çıkmadığını belirten Arslan, zaman içinde Hıristiyanlığın demokrasi ile uzlaşmış ve barışmış olduğunu, aynı durumun İslam için de söz konusu olabileceğini söyler. Ancak aynı konuda fikir üretenlerden farklı olarak, Demokrasiyi İslam'dan çıkarmak yerine onunla barıştırmanın daha doğru olduğunu ifade eder. Sebep yine ona göre, "Kuran'da herhangi bir siyasi öğretiye teşkil edebilecek ciddi bir malzemenin olmayışıdır."(s.89) Buna, günümüzde İslam devleti kurma iddiasıyla yola çıkan veya İslami olduğunu iddia eden birçok teşebbüsün (İran, Pakistan, Suudi Arabistan, Afganistan) birbirinden çok farklı rejimlere varmış olmasın örnek gösterir. Ona göre bu örnekler İslami devlet idealinin ne kadar hayali ve ütopik olduğunun göstergesidir. (s.129)
Kitapta farklı konularda kaleme alınmış birbirinden değerli birçok makale var. Hemen her makalede felsefe ve eğitiminin ne kadar gerekli olduğunu anlıyorsunuz. Arslan bunu İbni Rüşt üzerinden yapar: İbni Rüşt felsefenin yabancı kaynaklı İslam'da var olmayan bir bidat olduğu eleştirilerine karşılık, “İslam’ın başlangıcında olmayan birçok şeyin daha sonra İslam'a girdiğini, önemli olanın bir şeyin kaynağı olmayıp, değeri ve faydası olduğu, felsefenin de yabancı, Yunan kaynaklı olmakla birlikte amacı bakımından(eserinden hareket ederek nedeni, evrenden hareket ederek Tanrı hakkında bilgi edinme)değerli bir şey olduğunu, dolayısıyla İslam için faydalı olduğunu" söyler. Felsefi eserlerin ilgi ve itibar gördüğü asırların sosyal ve kültürel yapısıyla felsefeye -küfre götüren yol- etiketinin vurulduğu asırların fikri hareketliliği karşılaştırıldığında İbni Rüşt'ün ne kadar haklı olduğu görülür. Akılla birleşmemiş bir iman temelsiz ve savunmasızdır.
Kitabın ilginç bölümlerinden biri de "Atatürk ve Cumhuriyet" başlıklı makale. Arslan bu makalede, milliyetçilik kuramcılarından Gelner'in "Türkiye Cumhuriyeti, bir hanedan devleti yerine bir halk devleti, ulus devleti geçirmek ve bu devleti yaşatmak için onunla uyumlu bir Türk ulusu yaratma projesi olduğuna dair" düşüncesine katıldığını belirtir. Proje büyük oranda başarıya ulaşmıştır. (s.218)
Makalede Cumhuriyetle demokrasi tanımlanarak, Cumhuriyet kabaca halk yönetimi, yönetimin biçimi, iskeleti, demokrasinin ise yönetimin içeriği ve işleme tarzı ile ilgili olduğu belirtilir. "Demokrasi farklılıkları tanır veya vurgular, cumhuriyet ise benzerliklere önem verir veya ön plana çıkarır. Onun için demokratlar çoğulculuğa, farklılığa, bireyselliğe önem verirlerken, cumhuriyetçiler homojenliğe, benzerliğe, birliğe önem verirler. Cumhuriyetin kurucu babalarının başta cumhuriyeti seçmelerinin nedeni budur. Çünkü, demokrasiyle milleti yaratamazdınız. Onun cemaat, bölge, farklılık, anti-merkezcilik kavramlarına vurgu yapan bir rejim olduğu unutulmamalıdır. Türkiye çok kısa sürede bir ulus yaratacaktı, yaratmak zorundaydı, yarattı da."
Arslan, kurucuların bu tercihini doğru bulur cumhuriyete yönelik eleştirilere ise, onu ortadan kaldırmak yerine kurucu ilkelerini yeniden ele alıp, yeni ve demokrasiye uygun bir anayasa yaparak halkla devleti kucaklaştırmanın gerekliliğine işaret eder.
Kitapta Arslan daha birçok önemli konuya temas eder. Her makaleyi ayrı ayrı irdelemek bu yazının amacını aşar, ama bugüne ışık tuttuğu için Onun Osmanlı Devleti ile ilgili görüşleri ile bitirmek en uygunu: "Osmanlı'da devletine düzenini veren kurumsal mekanizma Şeriat değil kanundur, şeriatın esas işlevi yönetimi ideolojik planda meşrulaştırmaktır. (s.370)"
Bugün de öyle değil mi?
Din, günümüzde de din dışı teşebbüslerin, çürümüş yönetimlerin bir nevi meşrulaştırma aracı olarak kullanılmıyor mu?
Arslan'ın bu güzel çalışması okunmalı.