Dini fanatizm, dini cehaletten beslenir. Hangi istikamette yürüyeceğini bilmeyen bir toplumu her istikamete yöneltmek mümkündür.

Tarih, dini cehaletten kaynaklanan facialarla doludur.

Ama herhalde en büyük facia cehaletin, ilmin, aklın, farklı düşüncenin önünü kesmesidir. Geleneksel olana aykırı olan her ses zındıklık veya küfür ithamıyla şiddetle bastırılmıştır.

Bunun en bilinen örneklerinden biri İmam-ı Azam’dır.

İmam-ı Azam, geleneksel din anlayışının dışına çıktığı için birçok çağdaşı ve halefi tarafından zındıklıktan küfre kadar birçok suçlamanın muhatabı olmuştur. Onu suçlayan, İslam çerçevesi dışında görenler arasında Buhari, İmam-ı Hanbel, İmam-ı Maliki, İmam-ı Şafi gibi isimler de vardır. Çünkü o, akılla nassı buluşturan, dönemsel olanla zamanüstü olanı ayıran, dini ikbal aracı yapanların oyununu bozan bir isimdir. “Azmışlarla savaş, azmışlık ithamıyla yapılmalı, kafirlik ithamıyla değil” derken kastı, dinin bir doğrama aracı olarak kullanılmaması, her teşebbüsün dinle ilişkilendirilmemesi içindir. Çünkü ona göre “Kuran’ın tenzilini inkar etmedikçe tevilinden dolayı kimse küfürle itham edilemezdi.”

Kaldı ki,  kafir olmak bir öldürülme nedeni değildir, İslam hem din içi hem din dışı özgürlüğe izin vermiş, sorumluluğu özgür irade ile yapılan eylemlerle sınırlı tutmuştur. Farklı nedenlerle meydana gelen uyuşmazlıklar din kisvesi giydirilerek dini bir hüviyete büründürülmüş, bu şekilde halk desteği sağlanarak nice canlara kıyılmıştır.

Çıkarlara din elbisesi giydirmek ve toplumun cehaletini  kullanmak  insanlığın varoluşundan beri süregelen iki hastalıktır. İslam tarihinde bunu en iyi uygulayan Emeviler’dir. Hilafeti kadere, kaderi de Allah’a bağlayarak saltanatlarına karşı çıkanları Allah’a karşı gelmekle suçlayarak kolayca bertaraf etmişlerdir.

Herkesin dini, dinden ne anladığı, onu nasıl idrak ettiğidir. Dini anlamak için okumak, öğrenmek, araştırmak gerekir. Aksi takdirde bize şifahi yollarla gelen aktarımlar, içine geleneklerin karıştığı bilgiler din diye anlaşılacak, semavi olan beşeri olanla karışacaktır. Nitekim geçmişten gelen ve geçmişin ihtiyaçlarının ürünü olan kimi kurum ve  uygulamaların din olarak telakkisi bundandır. Mesela Hilafet, tamamen beşeri ve Arap kültüründen kaynaklanan bir –hükümet şekli olmasına rağmen,- kutsal ve dini bir kurum gibi algılanmasının, bu yönde toplumun politize edilmesinin arkasında dini cehalet vardır.

Oysa İslam dünyasının yetiştirdiği büyük akıllardan biri olan Muhammet İkbal, daha 1930’ların başında Türkiye’de yapılanları överek, hilafetle ilgili şunları söyleyecektir:” Şahsen ben, Türk içtihadının mükemmeli yakalamış ideal görüş olduğu kanaatindeyim. Halifelik yetkisi tek kişiye verilir mi? Türkiye bu konuda devlet başkanlığı olan halifelik yetkisini tek bir kişiye değil, seçilmiş bir meclise tevdi etmiştir… Türkiye, hayatın bambaşka şartları altında yaşamış olan fakihlerin skolastik akıl yürütmelerinden değil de yaşanan tecrübelerin ortaya koyduğu gerçeklerden ilham alarak hareket etmiştir. Benim düşünceme göre, Türklerin öne çıkardığı bu kanıtlar, doğru değerlendirilecek olursa, uluslararası bir idealin doğduğunu ilan eder mahiyettedir.  Öyle bir ideal ki bu, İslam’ın özünü oluşturmasına rağmen bu dinin ilk asırlarında Arap emperyalizmi onu gölgelemiş veya onun yerine geçmiştir.”

İkbal’in bu değerlendirmesinde üç önemli nokta var; birincisi Halifeliğin devlet başkanlığı ile eş anlamlı olduğudur. İkincisi bütün yetkileri tek kişiye tevdi etmenin yanlışlığı, üçüncüsü ise Arap kültürünün yer yer dinin yerine geçmiş olmasıdır. İşte cehaleti aşmak bu ayırımı yapmak için gereklidir. Bilgi, istismarın, aldatılmanın önündeki en büyük engeldir. Yeni bir medeniyet sıçraması ancak bilgi ve akıl toplumu olmakla mümkündür