Türk Milliyetçilerinin umumiyetle yavan kaldığı hususların başında sanat ve özelde sinemanın bulunduğunu iddia ederim. İletişim alanında mastır yapma kararı verdiğimde bu konuya dair üzerine gittiğim literal araştırmalar ve tetkikler “maalesef” yanılmadığımızı göstermiş ve sanat indinde bu derece asimetrik duruşun sağlıklı bir izaha ihtiyaç duyduğu açığa çıkmıştır. Özetle Ülkücülerin sanata bakışında ciddi bir bilinç ve heves sorunu vardır; örneğin İsmail Güneş gibi bir yönetmeni kimse hatırına getirmez... Velhasıl sinema gibi etkili iletişim alanından uzağız ve aktif bir çalışmaya (şu ana dek) ben rastlanmadım. İsmail Türk Beğ ile beraber bu konuyu dert edenlerin düşüncelerimizi paylaşacağını tahmin ederek “Habererk.com”da bir dizi film analizini paylaşmayı gerekli gördük.

Yukarda girizgah eylediğimiz düşünceler ışığında Ülkücü Hareket için belli bir kıymeti olan “Güneş Ne Zaman Doğacak” (1978) filmi ile başlamak umarım farkındalık sağlamak adına hayırlı olur.

“GÜNEŞ NE ZAMAN DOĞACAK” (1978)

Mehmet Kılıç’ın yönetmenliğini üstlendiği film, Kırım Türkü iki kişinin Sovyetler Birliği’nden kaçışı ve sonrasında Türkiye’de yaşadıklarını konu etmektedir.  Filmin giriş sahnesi “scene” kimin okuduğu belirsiz bir ezan sesiyle başlar... Yavuz Mehmedov (Cüneyt Arkın) ve Albay Alpgiray (Baki Tamer) Sovyet komünist rejiminin baskısından bunalmış iki milliyetçi arkadaştır. Yavuz, ezan okuduğu iddiasıyla tutuklanarak işkence görür ve verilecek sürgün cezasıyla hayatı tehlikededir. Yavuz ve “Allahsızlığı Yayma Cemiyeti” sorumlusu Albay Alpgiray bir yoluyla Kırım’dan (anavatan saydıkları) Türkiye’ye kaçarlar; ama Türkiye, umut ve huzur içinde hayal ettikleri ülkeden çok farklıdır. İstanbul fonu ile çapraz kurguda ülkedeki bozulma, çürümüşlük ve sefalet, çerçevede resimlenir: bir yerde zengin haneler, tüketemedikleri ekmek ve meyveleri çöpe atmakta; diğer tarafta aç fukaralar, evsizler, çöpten yiyecek toplamaktadır. Yabancı turistler, yoksul ülke insanıyla alay etmektedir. İş arayanın cebinde, bir bardak çay içecek parası dahi yoktur. Patron takımı, sosyalizmi, kendi çıkarı için kullanmakta, ülkenin birliği, düzeni giderek yok olmaktadır.

Rus ajanlarından kaçarken tesadüfen gittikleri bir düğünde tanışılan ve gayrimilli fikirlere (komünizme) sahip Cemile’yi (Oya Aydoğan) Yavuz, milli bilinç ve Türklük duygusuyla aydınlatma çabasına girişir. Yavuz, kaçtığı Sovyet Rusya’nın çarpık ideolojisini anlatır ve Cemile’yi “Türklük şuuruna” davet eder. Cemile, Yavuz’u çaldığı kavaldan dolayı bir çoban gibi görmüş ve küçümsemiştir; fakat Cemile, Yavuz’un telkinleriyle milliyetçi ve manevi bir bilince doğru evrilmeye başlar. Titrek bir sesle “Türküm” demekten imtina eden Cemile, cesaretle ve yüksek sesle artık “Türküm(!)” demektedir. Yabancı ideolojilerden sıyrılan Cemile, Türkiye’nin şartlarının ve komünist rejimde eza çeken esir Türklerin artık farkındadır.

Yavuz ve Alpgiray aracılığı ile verilen diyaloglardaki amaç, komünist düşüncenin ve kapitalizmin aynı kökten gelen, yıkıcı, düşman ideolojiler olduğudur. Film, genelde propagandist bir dile sahiptir; örneğin kahvehane sahnesinde, MHP’nin “9 Işık” doktrinin ekonomik düzeni anlatılarak, yabancı fikirler yerine çarenin milliyetçi ideolojide olduğu mesajı verilmek istenir.

Rus ajanların peşinde olduğu Yavuz ve Alpgiray, Türkiye’ye sığındıkları halde özgürlüklerine kavuşamazlar. Alpgiray, İstanbul’da peşlerine düşen Rus ajanlar tarafından öldürülür. İltica talebi reddedilen Yavuz, Sovyet Rusya’ya iade edilir ve Boraltan Köprüsü mizanse edilmiş halde, sınırı geçtiği esnada vurularak öldürülür.

gunes-ne

Yavuz ve Boraltan Köprüsü (www.sinematikyesilcam.com, 2013)

Film, tarihe “Boraltan Faciası” diye geçen olayı yâd etmektedir. Komünist rejimden kaçan Sovyet vatandaşı Türk soylular, Türkiye’ye sığınmış; fakat sığınanlar 1945 yılında Sovyet Rusya’ya iade edilmişlerdir. Boraltan Köprüsü’nde Sovyetlere iade edilen 150 Türk, sınırın öte yakasında kurşuna dizilerek, orada katledilmiştir.

Sungu Çapan; filmi, ideolojik çatışmanın ilkel bir anlatısı olarak yorumlar:

Ülkemizde belirli çevrelerce pompalanan ve sürekli sürdürülen “ideolojik kavga” sinema alanına da sıçradı sonunda. Sansür Kurulu’ndan geçmemiş ancak Yüksek Denetleme Kurulu tarafından gösterimine izin verilmiş bir filmle, açık seçik siyasal bir partinin görüşlerinin, çağımızın en etkili iletişim aracı olan sinema yoluyla propagandası yapılıyor. İstanbul’da 9 Işık’tan esinlenilerek olsa gerek, 9 sinemada birden gösterilen ve gösteri sırasında bu sinemalardan birine bomba atılması nedeniyle gazete sayfalarına geçen “sansasyonel” bir film var, sözünü etmeden geçemediğimiz: “Güneş Ne Zaman Doğacak”(…) “9 Işık” kuramının erdemleri hakkında yeterince aydınlandık. Çarpık çurpuk, çağdışı konu ve içeriği bir yana, düşünce özgürlüğü adına dişimizi sıkarak izlediğimiz filmde ilkel bir sinema anlatımı gözleniyor; baştan sona... 

Halit Refiğ, 1966 Antalya Film Festivali’nde “Haremde Dört Kadın”ın Sağcı taarruza uğramasına rağmen MTTB oturumlarından tanıdığı Mehmet Kılıç’ın “sağcı” filmine yapılan saldırıyı endişe ile karşıladığını bildirmiştir. Refiğ, filmdeki milliyetçilik anlayışını ve antikomünizme dayanan Sovyet düşmanlığını o günün gerçekliğine uymayan “Ülkücü” saplantılar olarak düşünmekte ve filmdeki anlatının bir ilkokul müsameresinden öteye gidemediğini iddia etmektedir.

İsmail Güneş, olaylar sebebiyle filmin bir süre gösterimine ara verildiğini; ancak maddi sebepler yüzünden tekrar oynatılmak zorunda kalındığını söylemektedir. Yine Güneş, filme yapılan engelleme ve yoğun saldırılar yüzünden sinema camiasında imza kampanyası başlattıklarını da eklemektedir:

Film sürekli engellemelerle ve bombalı saldırılarla karşılaşınca imza kampanyası başlattık. İmzalamayanlardan birisi Tarık Akan’dır. İmza almaya gittiğimde “iyi olmuş” dedi. Sen bir aktörsün. Ekmeğini sinemadan kazanıyorsun ve bir filmin bombalanması karşısında kalkıp iyi olmuş diyebiliyorsun. O dönemin gergin havasının anlaşılması için söylüyorum bu olayı. Sonra Tarık Akan’la Cüneyt Arkın gittiler, “Maden” filmini yaptılar.

Yönettiği tek film sonrası sinemadan alakasını kesen Kılıç, Ülkücü kimliğinden zamanla uzaklaşmıştır. Verdiği bir mülakatta ekranları “deccal” olarak gördüğünü söyler. Konu, yönettiği filme geldiği vakitse, yıllar sonra seyrederken şaşırdığını ifade eden Kılıç, bugünden bakınca her sahnede fikir verme telaşına girmelerini eleştirir ve o günkü tavırlarını fazla politik bulur. Filmin yardımcı yönetmeni İsmail Güneş’e göre neredeyse her karesinde ideolojik mesaj endişesi taşıyan film, kendine (adeta) kurşun sıkmıştır. Güneş, filmde verilen “Ne Amerika! Ne Rusya! Ne Çin!.. Her şey Türkiye için” mesajını da çocuksu bulduğunu ifade eder.

“Milli sinema” akımından bir damar olarak milliyetçi sinemaya yönelenlerin çalışması kabul ettiğimiz “Güneş Ne Zaman Doğacak”tan sonra, Ülkücü sinemaya veya Ülkücülerin sinema deneyimine rastlanmamaktadır. “Kafes” (2015) ve “Ankara Yazı Veda Mektubu” (2016) filmleri bu çerçevede, politik bakışla değerlendirilmekten uzaktır. “Kafes”, anlatısıyla geçmişe dönük, zayıf bir sorgulama içermektedir ve ara ara eleştirel söylemlerle, bu sorgulamayı 12 Eylül rejimine yöneltmektedir. “Ankara Yazı Veda Mektubu” ise 12 Eylül rejimi tarafından idam edilen Ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu’nun hikâyesini dramatik bir anlatıyla ortaya koyma çabasıdır.

TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!

Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi’nden alınmıştır (MuratTaşdan)