Yaşıyorlar “They Live” (1988) filmi John Carpenter’ın etkileyici bir kurgu-bilim yapıtıdır. Filmin kahramanı George Nada, bir güneş gözlüğü bulur ve o gözlük, günlük hayatta gizlenen göstergelerin ardındaki ideolojiyi bütün çıplaklığıyla ortaya seren bir aparattır. Bir tatil reklamı afişi itaat etmeyi, içecek reklamı daha çok satın alıp tüketmeyi veya kadın figürlü tanıtım reklamları cinselliği daha da nesneleştirici hale getiren ideolojik, fakat gizlenmiş göstergelerdir. Gözlük sayesinde bu durumu anlayan ve sorgulamaya başlayan Nada’ya göre meğer biz düşünsel ve pratize edilmiş çöplükte yaşamaktayızdır. Filmin karakterine gönderme yapan Slavoj Zižek, bu noktada kendine mâl ettiği; ama hepimiz için geçerli şu cümleyi sarf eder: “Ben zaten çöplükten besleniyorum, bu çöplüğün adı ise ideoloji”dir…
İdeolojilerin bilinçaltına işledikleri ve böylece toplumsal hayatta oluşturduğu norm/değer vasıtaları, nesneleşen üretim ve tüketim ilişkileri esas gerçekliği gizleyen bir dünyadır. Evet; somut ve algılanan, deneyimlenen bir dünyada yaşasak da yaşadığımız yahut yaşatılanlar öznenin (doğası) hakikati midir? Meçhuldür… Bu durumu biraz daha açalım: düşündüklerimiz gerçekten düşündüklerimiz mi, hayallerimiz ve kavgalarımız; düşmanlıklarımız gerçekten bizim düşmanlıklarımız mıdır?.. Örneğin bir Taliban mensubu nasıl rahatlıkla (tanımadığı) bir adamın kafasını kesebilmekte yahut zina yaptığı iddiasıyla bir kadını kurşuna dizebilmektedir… Bir Tutsi’nin sırf Hutu olmasını gerekçe görerek insanları taşlarla ezmesi, bu ruh halini doğallaştırması nasıl işlemektedir mesela… A’nın din yaşayışına göre yaşamayan, onun değer yargılarına göre dünyaya bakmayan gözleri kör edebilmenin hukuku nerede meşrulaşmaktadır. Filhakika işte ideoloji, doğamızı sapkınlaştırarak bu derece güçlü, devreye girici; yönlendirici ve yok edici bir güçtür.
Zizek, ideolojiler tarafından kurgulanmış ve bizden istenilenlerin yapıldığı bir dünyada yaşadığımızı ifade eder. Esasen bu, öğretilmiş, kurgulanmış ve kitleleşmiş insanın pek çok değerini yitirdiğinin ifadesidir ve üst paragraftaki örnekler bir yüzü ile bunu anlatmaktadır. Hükümranlığı ele alanlar, toplumu yönlendirenler ve iktidarlar için görevimizi tam yapmalı ve hakikat adına değil; emrettikleri görevler adına yaşayarak kendimizi feda etmemiz gerekir. İdeolojinin kurguladığı dünyada zevk almamız, çalışmamız, vergi ödememiz bir görevdir. Sorgulamak ise.. asla! Tatmin olacağınız bir dünyada yaşamak için ev, araba sahibi olmanız için gerekli sistem kurulmuştur. Bunlara şayet sahip olamıyorsanız inşaat işçici veya otomobil fabrikası işçisi olma şansınız vardır. Ortalama 25 yıl çalışarak sigorta sistemi sizi emekli edecek ve muhtemelen kalp yetmezliği yahut mide kanserinden ölme hakkı da tanınacaktır. Şimdi diyeceksiniz ki “ideoloji bunun neresinde?”… Yazının esprisi de budur; ideolojinin görünmeyen tarafı buzdağının altındadır. Örneğin ikame ettiğim sitede kirayı ve aidatı artırmak isteyen Kayserilinin bana yaptığı gönderme “sitede ben hariç bekâr kalanın olmamasıdır”. %25’in epey üzerinde istenilen kira artışı için hukuki gerekçe yoksa ahlaki(!) gerekçe hemen üretilir; çünkü o hazırdır…
Demokrasi içinde “özgürlük” afişi ile saklanan ideolojiler vardır. O özgürlük elde edilince ötekine baskının aracı haline dönüşebilen oy sandıkları kurulur. Demokrasiyi bilmeye de gerek yoktur; o (demokrasi) bir tren, kaldıraç işlevi görerek yönlendiriliyor ve nitelikli tanımdan bir vücut derisi gibi yüzülüyorsa kimin acı çektiği önemsenmez. İdeolojinin en mümbit alanı kafası karışık, perspektifi bulanıklaşmış toplumlar; daha doğrusu kalabalıklardır. Böyle bir toplumun/kalabalığın içinde tüm tilkilerin kuyruğunu kestirebilirsiniz. (Not: kuyruğu kopan tilki hikâyesine bakmanız önerilir).
“They Live” filminde ironik olarak Nada’nın taktığı gözlük gerçekleri gösterse de Zizek’in de ifade ettiği gibi ideolojiler gerçeği saptıran gözlüklerdir. Hiçbir ideoloji (din bile) toplumsal yaşamla ilişki haline geçirilmeden bilinçlere zerk edilemez. Aynı kurumda çalışan bir memurun 40 saat çalışması ile işçinin 45 saat çalıştırılması sorgulatılmıyorsa ideolojinin konfor alanına uyumlanması sanıldığı kadar zor değildir. Bu konforu sözde işçileri temsil eden bir sendika tarafından rahatlıkla sağlayabilirsiniz. Cem Karaca’nın o müthiş şarkısındaki gibi “işçicisin sen işçi kal; ‘giy dedi” tulumları” öğretilmiş ve çaresiz bir gerçeklik yanılgısına dönüşebilmektedir. İdeoloji ile kapatılmış bir öznenin o dünyanın (çemberin) dışına çıkması acı verici ve neredeyse imkânsızdır. Tıpkı mağara alegorisi gibi… İdeoloji ile bastırılmış bir toplumda gözlüklerin çıkarılmasını talep etmek veya gözlüksüz gezmek ölümcül bir tehlike doğurur. Amin Maalouf’un o harika kitabında bahsettiği gibi bir “ölümcül kimlik” sahibi olarak yaşamak zorunda kalabilirsiniz.
Özne yaşadığı dünyada mistifikasyonun farkında olsa da doğal gerçekliğin keşfine, yeniden hatırlanmasına hazır durumda değildir. İdeoloji, o keşfi ve hatırlatma gücünü elinden almıştır. Öğretilmiş hayallerin hüsran olması istenemez, kabul edilebilir çelişkilerle yaşamak tercih edilir; çünkü aklın ve ruhun özgürleşmesi kolay değildir ve bitimsiz bir savaşı gerektirir Zizek’e göre…
İdeoloji, insan arzusunun gücünü ve günahkâr(!) düşüncelerini (din ile) baskılayarak bir çeşit sınırlı özgürlük alanı, saygınlık ve bundan doğan cennet umudu oluşumuna ruhsat verme işlevi de görmektedir. Cinsellik özgürleştirilmeden (aile içinde) kurumsallaştırılır ve kurumsal yapı ideolojinin hizmetine amade kılınır. Burada ideoloji, çoğu toplumlarda erkek egemen bir anlayışla işlemektedir. Erkeğin seçkinliği ve seçiciliği kabul edilmiştir. Bir çeşit ekonomik denklik, soy bağı, hemşehricilik ve ahlaki ölçütler hızla gelenekleşir. Başı açık/kapalı; Kafkasya kökenli olan/olmayan, Kayseri’nin yerlisi/değil; Sünni/Alevi - kabul/ret esasında aile kurumu bile ideolojik pazılın bir parçasıdır.
Aile kutsaldır ve (bir dönem cariyelik ve harem) de saygındır. Her inanç/ideoloji kendi özünü bırakabileceği yapıları Horus’un gözü gibi adeta gökyüzünde (iktidar koltuğunda) takip eder. Bu aile olur, ibadet yerleri olur, gizemli âlemlerden yeryüzüne indirilmiş ve eşleştirilmiş her yapı kabuldür. Hanedanın ve halifenin kutsal kabul edilmesini (Cumhuriyet kurulana dek) ve halen Osmanlı torunları olduğunu iddia edenleri bir düşünün. Kurulmuş bir beylik millileştirilmiş, uhrevileştirilmiş ve sonunda ideolojileştirilmiştir.
Türkiye’nin bilumum hayat tarzlarında bir yarılma vardır, bu tarihi de olabilir; ancak mesele köprülerin kurulamaması ve iletişimin (tüketim hariç) her zeminde adeta “yasaklı” hükmüne sabitlenmesidir. Bu sabiteyi kıran istisna şey sadece tüketimdir. Nişantaşı’nda ve Çarşamba’da oturan ve farklır dünya görüşü paylaşan iki kesim/kısım, soğuk içimli Coca Cola’nın kafelere veya hanelere girmesini pek engellemez. Daha doğrusu Coca Cola’nın aşamayacağı ulusal, dini ve kültürel duvarlar yoktur; inşa edilmemiştir. O Coca Cola kimyasına ve sunumuna göre tüketilirken “kahrolsun ABD, kahrolsun İsrail” söyleminin yerel ve bölgesel hazzı küresel ideolojik sistem adına sağlıklı bir seyrin işaretidir sadece… Slogan at ve tüketmeye devam et! Şayet Coca Cola’yı yasaklarsanız uluslararası finans ağından, enerji ve tedarik ağından def edilmeniz sadece bir vade meselesi olacaktır. Ülkü Ocakları eski başkanı Alişan Satılmış vakti zamanda üç beş adet Coca Cola kasalarını Ankara sokaklarında parçalatsa da bu gerçek değişmemektedir.
Zizek’in kolası…
Yerel ideolojiler ile küreselleşmiş ideolojileri ayırabilmek lazımdır ve her ikisi de gerekli hissesini kar ettirici işlevsellikledir. Nas’ın ideolojik gücü, kapitalizmin ideolojik gücüne galebe çalmayabilmektedir; ama iktidarı sağlama alabilecektir. Coca Cola’nın girdiği yerde nas işletilemez; bu önemli değil sonuçta... Zizek’in ifadesiyle bir hatırlatma daha yapalım ki ideolojiler bizi Coca Cola gibi bir açmaza doğru götürür: içtikçe susar, susadıkça daha fazla arzu eder; içeriz. Suyu unutacak halde olmasanız da doğru şekilde sunulmuş ve tüketim tarzı öğretilmiş kolanın hazzı alınmıştır artık… Sınırı tayin edilmedikçe de aşırı Coca Cola zarar verecek; ama hazzından kopuş olmayacaktır… Tıpkı Amerikanvari yaşam tarzı özlem ve arzusunun bitmeyeceği gibi… Bunu başı örtülü bir şekilde ve pahalı kıyafetler giyerek,
güzel dairelerde oturarak pekâlâ yapabilirsiniz. İslamiyet zenginliğe karşı değildir.
İdeolojiler arzu ve arzu üretme yasalarıdır: Kıta Avrupası, ABD, Rusya, Çin; Ümmet Birliği, Turan veya Megali İdeali; Kapitalizm, Milliyetçilik, Siyonizm… Adı her n’olursa olsun arzusuz bir ideoloji olamaz! Bu hikâye; cennete, Tanrı ve sonsuzluğa kadar sürdürülür… Kıyamet kopana dek değişmeyecek gerçeğimiz ideolojiler ve ideolojikleşmiş halde bulunan tüm inançlardır. Bundan kaçış var mı? Söz konusu bile değil! Şunu söyleyip bitirelim: dünyada ne “cennetin krallığı” ne “asrısaadet” söz konusudur… Onlar bile ideolojisiz anlatılabilir, anlaşılabilir değildir. Fukuyama’nın dediği “ideolojilerin sonu” füturistikası sadece büyük ideolojiye hizmet etme esprisinden başka amaca da hizmet etmez.
TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!